Şiddet yüklü son gelişmeler, bana bu iki kavram
arasındaki ilişkiyi biraz daha yakından düşündürdü. Aslında bu ilişki duygu-akıl karşıtlığından besleniyor. Romantikler, 19. Yüzyıl'da Aydınlanma'nın baştacı ettiği akıl kavramına karşı çıkıyor ve duygularla temellendirilmiş bir hayâtı savunuyordu. Aralarında duyguları bireysel kılan ve kendilerini toplumsaldan soyutlayanlar olduğu kadar; bunu toplumsallaştıran, siyâsallaştıran ve böylelikle aklın inşâ ettiği yeni bir dünyânın kurulabileceğine inananlar da çıkıyordu. Siyâsal romantizm, belli bir açıdan bakıldığında, siyâseti duygulara açması nedeniyle, onu çeşitlendiren, zenginleştiren bir olgu olarak görülebilir. Ama bunun sınırlarının tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum.
Romantizm, bazılarına göre de gerçeklerle başa gelememeyi ve ondan uzaklaşmayı ifâde eder. Sınırlar da zâten burada tartışmalı hâle geliyor. Yâni, romantizm gerçeği algılama tarzı olarak sorunlu olmayabilir. Ama eğer, gerçeğin yerini alan bir başka gerçekliğin inşâsına dönüşüp, onu da gerçeğin yerine koymaya başlıyorsa, çok sorunlu bir noktaya gelmiş oluyoruz. Bu durumda hayâlkırıklığı kaçınılmaz oluyor. Keşke bununla sınırlı kalsa: Hayâlkırıklığı da insanı gerçekle buluşturacak değerli bir deneyim olabilir. Ama siyâsal romantizm sorunu derinleştirebiliyor. Duyguların kamçılamasıyla, zihinlerdeki egemenliğini pekiştiren romantik gerçeklik, gerçeğin yerini almaya dönük şiddet yüklü bir eylemliliği doğurduğunda ise tablo daha da kararmaktadır. Siyâsal romantik târihin bunun sayısız örneğini barındırdığı söylenebilir.
Siyâsal romantizmin başka bir etkisinin de, zihinsel bir tembellik ve kolaycılık olduğunu düşünüyorum. Gerçek ile başa gelinemediği durumda, duyguların seferberliği ve bunun şiddete tahvil edilmesi görece bir tatmin sağlıyabiliyor. Diğer taraftan bunun habisleşmesi ve derin bir sorumsuzluğu pekiştirme tehlikesi de var.
Doğrusu Kürt siyâsal hareketine baktığımda, bunun alâmetlerini uzun bir zamandır gözlemekteyim. Ne yazık ki, son gelişmelerden sonra, bu konuda artık bir kanaatim de oluşmuş durumda. Romantik Türkiye solundan gelen bütün sıkıntıların bu harekette katmerlendiğini görüyorum. Bu hareketin repertuarını oluşturan, 'demokratik özerklik', 'kantonlaşma', 'devrim' vb kavramların urlaştığını ve onu üreten zihinlerde de taşınamaz hâle geldiğini görüyorum. Bu kavramların içeriklerinin ne olduğunu artık kendilerinin de bilmediğini ve daha önemlisi bilmek istemediklerini düşünüyorum. Hareketten gelen her teklif, içeriğinin hep 'almakla' ilgili olan ve sorumluluğu (kendilerine göre) karşı tarafa yıkan bir sunuma dönüşüyor. 'Ben istiyorum, sen de yap' diyen dayatıcı bir bakış bu. Gâliba müzakereden anladıkları bu kadar. Hemen ardından da, 'eğer yapmazsan şiddet geri döner' mealindeki tehdit yüklü cümleler geliyor. Geçenlerde, bizi kuşatan siyâsal kültür üzerine Etyen Mahçupyan ile sohbet ediyorduk. Mazlûmiyet ve mâsumiyet arasında kurulu, benim de katıldığım sorumsuzluk yüklü tuhaf bağları dile getirdi. Mazlûm olanın kendisini ebedî mâsumiyet kazanmış olarak algılaması ve sorumsuzluğunu meşrulaştırması ne kadar çocukça bir bakıştır!.
Kürt hareketi Türkiyelilik ekseninde bir bilinç geliştirmekte çok zorlanıyor. Pan-Kürdizm duygusallığına savrulmayı daha kolay buluyor.( Oysa yaşanmış bir tecrübe olarak Pan-Türkizm'den öğrenecekleri çok şey var). Kürt sorununun artık sâdece bir Türkiye sorunu olmadığı çok âşikâr. Ama bu yeni durum, Kürt sorununun çözümünün ağırlıklı olarak burada, Türkiyelilik üzerinden ortak sorumluluk geliştirmekten geçtiğini unutturmamalıdır. Pan-Kürdist yorum, bunun ucuz bir fırsatçılık güden basit bir siyâsal romantizm ve mâceracılık ile savsaklanmasıdır. Sûriye'de doğan eski düşmanları doğal müttefik hâline getiren bir boşluğun 'fırsatları' üzerinden yaşananları; bir zaman Rousseau'yu ve daha sonrasında da cümle romantik demokratları büyülemiş olan İsviçre'nin târihsel bir gerçeği durumundaki kantonlaşma ile etiketlemek ve 'Rojawa Devrimi' olarak okumak siyâsal romantik bir miyopidir. Kayma şurada: Kürt sorununun büyük fotoğraftaki konumuna bakılmıyor; optik bir kaymayla bu sorun büyük fotoğrafın kendisi zannediliyor. Bu bizi, yukarıda ortaya koymaya çalıştığım siyâsal romantizmin habis sorununa getiriyor. Kürt siyâsetçiler (yoksa militanlar mı demeliyiz?) türlü saptırmalarla zihinlerinde inşâ etmiş oldukları gerçekliği, gerçeğin yerine koyarak sokak çağrısı yaptılar. Onlarca insanın ölümünde birinci derecede pay sahibi oldular. Bu zihinsel yapay gerçeklik ise ondan bağımsız olarak işleyen gerçeğe çarptı. Bu her şeyden önce, normalleşme döneminde ilk defa, PKK yıldırısı ve 90'ların devlet baskısının dışında bir hayâtın da varolduğunu gören; ama son olaylarla günlük hayatı zehir edilen dükkanları yakılıp yıkılan, yağmalanan Kürtlerin gerçeğidir. Kürt siyâseti eğer onların siyâsetini üretecekse hem Türkiye'ye hem de bölgeye katkı yapacaktır. Değilse meşruluğunu ve tabanını kaybecek, mâceracı bir azınlığa dönüşecektir. Târih romantizmi üretmiştir ama, romantizmin târih ürettiği görülmemiştir.....