ve Parkinson gibi yaşlılıkta ortaya çıkan ve beyni tahrip eden yıkıcı hastalıklara artık daha çok rastlanıyor. Üstelik modern hayatın baskıları, depresyon ve anksiyete gibi psikiyatrik hastalıkların büyük oranda artmasına neden oldu. Ayrıca ruh halini değiştiren ilaçlara bağımlılık da gitgide artıyor. Bu nedenle beyin konusunda öğrenebileceğimizin en fazlasın öğrenme zorunluluğuyla yüz yüze gelmiş durumdayız. s.11
///
Ölümsüz ruh o kadar kutsal ve yüceydi ki, beynin ona sağladığı gri renkli sessiz ve uzak yuva, gizemli özellikleriyle ciddi bir ilgi odağına dönüşmüştü: Yunanlılar her türlü hayvan beyninin yenmesine sıkı yasak koymuşlardı. s.12
///
Beynin derinliklerinde, ana rahmindeki gelişme sırasında oluşan ve renksiz sıvı içeren, birbiriyle bağlantılı oyukların meydana getirdiği bir labirent vardır. Temelsiz gibi görünen bu sıvı, beynin tüm dış yüzeyi ile omuriliği sarar ve beyin-omurilik sıvısı olarak bilinir. Omuriliğin alt kısmındaki bel omurları bölgesinde açılan bir delikten alınan bu sıvı örneği çoğunlukla çeşitli nörolojik sorunların teşhisinde kullanılır. Normalde, BOS kanın içine tekrar emilir ve böylece taze sıvının sürekli üretilmesi ve durmaksızın dolaşımı sağlanır. s.13
///
Gall'un meslektaşlarından Johann Spurzheim, Yunanca bir terim olan ve "zihnin incelenmesi" anlamına gelen frenoloji sözcüğünü icat etti. Bu, beyne yeni bir bakış açısı kazandırdı ve tarafsız ölçümlere dayandığı için gerçek bir bilimin tüm görkemine sahipti -bu sayede çağının ruhunu çabucak yakaladı. Frenoloji popüler olmuştu, çünkü insanlara daha "bilimsel" bir yaklaşımın yanı sıra ahlak anlayışı için temel, ölçülebilen, ruh gibi zor ve soyut fikirleri gerektirmeyen yeni bir şey sunuyordu. s.18
///
Frenoloji bu tür kuşkulara yer bırakmayan klinik gözlemlerle uyuşmadığı için çekiciliğini yitirmeye başladı. Birkaç yıl sonra Carl Wernicke Avusturyalı başka bir doktor farklı bir konuşma problemi keşfettiğinde, sorun iyice büyüdü. Wernicke'nin üzerinde çalıştığı hastalarda, beynin tamamen farklı bir yeri hasar görmüştü. Bu kez hasta, Tan'in tam aksine, sözcükleri mükemmel biçimde söyleyebiliyordu. s.19
///
Beynin işlevinin bir göstergesi olarak kafatasının üzerindeki tümsekleri ölçmenin saçmalığı bir yana, tutarlı bir davranış, beceri, his ya da düşüncenin beynin herhangi bir yerinde fiziksel bir olaya nasıl dönüştürüldüğü ya da bunun tam tersi hala sorun oluşturmaktadır. s.19
///
Benzer şekilde Sigmund Freud, "id"in ihtiraslı dürtülerinin, "süperego"nun vicdanı tarafından dizginlendiğini söyleyebilmişti. Sonuçta, tek bir beynin çok ötesinde, politik arenada bile, zaptedilemeyen bir kalabalığın anarşik davranışları "üst düzey" bir denetim gücünden kurtulmaları olarak da yorumlanabilir. s.20
///
Son olarak yeni memeli beyni, beynin dış tabakasında barınan rasyonel düşünce süreçlerinin alanıydı. Bu bölge latincede "ağaç kabuğu" anlamına gelen "korteks" (beyin kabuğu) adıyla anılır, çünkü ağacın üzerindeki kabuk gibi, beynin dış yüzeyini kaplar. s.21
///
Farklı hayvanlardan alınan beyinlerin en belirin özelliği, boyutlarının birbirinden değişik olmasıdır. O halde kolay bir çıkarım, beyin boyutlarının büyük önem taşıdığı, beynin ne kadar büyükse hayvanın o kadar zeki olduğudur. s.21
///
Fil beyni, insan beyninden beş kat daha büyüktür; aşağı yukarı 8 kg ağırlığındadır, ancak bir filin insandan beş kat zeki olduğu söylenebilir mi? Herhalde söylenemez; bazıları fillerin insanlardan çok daha büyük olması nedeniyle boyutların tek başına önemli olmayabileceğini, daha ziyade beynin bedeb ağırlığındaki yüzdesinin önem taşıdığını öne sürüyor. Beden ağırlığının yüzde 2,33'ünü oluşturan insan beynine kıyasla fil beyninin beden ağırlığındaki payı yalnızca yüzde 0,2'dir. s.21
///
Unutmayın ki beynin kritik ve temel özelliği, farklı bölgelerden meydana gelmesidir. Eğer farklı beyin bölgelerinin önemini araştırıyorsak, bir kez daha evrime dönüp insan beyninin bölgelerini tek tek ve diğer hayvanlarınkilerle karşılaştırmak çok yararlı olabilir. s.22
//
Dioksiribonükleik asit (DNA) bakımından bizden sadece yüzde 1 oranında farklı olan en yakın akrabamız şempanzeye kıyasla, çağrışım korteksindeki bölgeler gerçekte birkaç kat daha büyüktür. Doğrudan doğruya hareket kontrolüne ya da duyuları işlemden geçirmeye ayrılmamış olan bu korteks bölgelerinin, en kafa karıştırıcı ve aynı zamanda neyi nasıl yaptıkları en zor anlaşılan alanlar olması şaşırtıcı değildir. s.25
//
Korteksin tüm bölgeleri arasında, en görkemli gelişimi bu bölge gösterilmiştir: memelilerin evrimi sırasında, kedilerde yüzde 3, şempanzelerde yüzde 17, insanlarda ise şaşırtıcı bir şekilde yüzde 29 oranında büyümüştür. Prefrontal korteksin asıl işlevine ilişkin ilk ipucu, 1848 yılında Vermont'ta gerçekleşen tesadüfi bir olaydan elde edilmiştir.
O dönemde ABD'nin demiryollarında çok büyük bir büyüme yaşanıyordu. Phineas Gage, bir demiryolu ekibinin ustabaşısıydı ve rayların döşeneceği geçitleri tıkayan herhangi bir engeli patlatarak ortadan kaldırmak için dinamiti deliğe yerleştirme görevi onundu. Dinamiti yerleştirmek için Phineas, sıkıştırma demiri denilen çubuk kullanmak zorundaydı. Bu alet yedi buçuk santim uzunluğunda ve en geniş yerinde üç santim enindeydi.
Bir gün Phineas demir çubuğuyla delikten aşağıya dinamiti iterken, trajik bir olay gerçekleşti. Şans eseri bir kıvılcım dinamiti vaktinden önce ateşledi ve patlama gerçekleşti. Çok güçlü bir patlama olmasına rağmen Phineas kurtuldu, ancak yaralanmıştı. Başını bir tarafa doğru eğdiği için dinamitin erken patlaması nedeniyle demir çubuk kafatasının sol tarafını delip geçmişti. Demir, beynin ön tarafındaki kemiğin içinden geçerken prefrontal korteksini ciddi biçimde zedelemişti. Şaşırtıcı bir biçimde, kısa süreli bir bilinç kaybının ardından Phineas, bu dramatik olaydan pek etkilenmemiş görünüyordu. Enfeksiyon temizlendikten sonra duyuları ve hareketleri, sanki hiçbir şey olmamış gibiydi.
Fakat zaman geçtikçe insanlar onda bir değişiklik olduğunu fark ettiler. Eskiden işbirliğine yatkın ve dost canlısı olan Phineas, şimdi buyurucu, kararsız, kibirli, inatçı ve başkalarını umursamayan biri haline gelmişti. Sonunda, tren yolundaki işini bıraktı ve hayatının geri kalan kısmını bir panayır kaçığı olarak, hala beyninde gömülü olan demir çubukla dolaşarak yaşadı.
Bu olayın ardından, daha da şaşırtıcı beyin hasarı vakaları bildirildi ve hepsi aşağı yukarı aynı fikre işaret ediyordu: prefrontal korteks, nefes alma ya da vücut sıcaklığını düzenleme veya herhangi bir duyuyu işleme tabi tutma ya da hareketlerin eşgüdümü gibi hayatta kalma becerileriyle değil daha ziyade zihnimizin en incelikli yönleriyle yani kişiliğimizin özü ve birer birey olarak dünyaya tepki verme tarzımızla ilişkili gibiydi. s.27
//
1935'te Portekizli bir nörolog olan Egas Moniz, Londra'daki İkinci Uluslararası Kongre'ye katıldı. Bu toplantıda nevrotik görünümlü bir maymunun, frontal lobları kesildikten sonra çok rahatladığı bildiriliyordu. Bundan esinlenen Moniz, zor insanların tedavisinde de benzer bir yaklaşım benimsemeyi önerdi. Yunanca'da, frontal lobları beynin geri kalan kısmına bağlayan 'beyaz (sinir liflerini) kesmek' anlamına gelen lökotomi tekniğini geliştirdi.
1960'lara kadar, frontal lökotomi; depresyon, anksiyete, fobiler ve saldırganlık gibi geniş yelpazeli, çok yoğun ve ısrarlı duygusal tepkilerin tedavisinde tercih edilen bir yöntemdi. 1936 ile 1978 arasında ABD'de 35000 kişi bu cerrahi müdahaleden geçti. s.27
,///
Şizofrenler, nörolojik hastalarla aynı işleyen bellek sorunlarından mustarip görünürler. Bu nedenle şizofreni, içeriye gelen bilgiyi içselleştirilmiş standartlar, kurallar ya da beklentilerle eşleştirme bozukluğu olarak yorumlanmıştır. Hem şizofren hem de prefrontal hasta, gereğince sınıflandıramadığı bir duyusal girdinin ya da doğru zaman dizimine oturtamadığı anıların baskısı ve hakimiyeti altındadır. s.29
///
Günümüzde sinirbilimin önündeki en büyük zorluklardan birisi, beynin belirli bölgelerinde gerçekte neler olduğu ile, bu tür içselleştirilmiş fizyolojik olayların dış davranışlara nasıl yansıdığı arasındaki ilişkiyi anlamaktır. s.30
///
Parkinson hastalığı, bu durumu ilk kez 1817 yılında bildiren James Parkinson'un adını taşımaktadır. Bu şiddetli hareket bozukluğu çoğunlukla yaşlı insanların etkilemekle birlikte, bazen daha genç insanların yakasına yapışabilir. Bu hastalar hareket etmekte büyük güçlük yaşarlar; ayrıca elleri serbest kaldığında bir titreme ve kol ve bacaklarında sertleşme görülebilir. Parkinson hastalığının etkileyici yönü, depresyon ve şizofreni gibi beyinle ilişkili bozuklukların çoğunun aksine, sorunun nerede olduğunu tam olarak biliyor olmamızdır: Beynin orta yerinde derinliklerdeki bir bölgede. s.30
///
Melanin ise önemli bir beyin kimyasalı olan dopaminin, çeşitli kimyasal tepkimelerden geçtikten sonra ortaya çıkardığı üründür. Bu nedenle artık, substantia nigradaki hücrelerin dopamin kimyasalını normal biçimde ürettiği kesindir. s.30
//
İnme, beyne yeterince oksijen gitmediğinde gerçekleşir. Bu oksijen eksikliğinin nedeni ise tıkanmış bir kan damarı olabilir, böylece normalde oksijen taşıyan kanın beyne erişimi engellenmiş olur ya da kan damarlarının daralması yüzünden kan akışında bir azalma vardır. Örneğin motor kortekste bir inme gerçekleşirse art arda gelişen oldukça ilginç olaylar dizisini izlemek mümkündür. s.31
//
X ışınları yüksek frekanslı, kısa süreli elektro manyetik dalgalardır. X ışınları çok yüksek enerjili olduğu için deney nesnesini anında delip geçer: bu nesnedeki atomlar ışınımın bir kısmını emerek geri kalanın bir fotoğraf levhasına çarparak sergilenmesini sağlar. Dolayısıyla bir nesnenin ışın yoğunluğu ne kadar azsa fotoğraf levhası o kadar koyulaşır; öte yandan nesnenin ışın yoğunluğu ne kadar çoksa fotoğraf filmi de o kadar beyaz olur. Bu süreç, hepimizin bildiği gibi, havaalanlarında bir bavulun içindeki silah türünden konstratın göze çarptığı cisimlere yönelik güvenlik kontrollerinde ya da hastanelerde etin içindeki kırık kemiklerin görüntülenmesinde çok iyi işler. s33
//
X ışınları bedenin büyük bir kısmında neler olduğunun saptanmasında etkili olsa da, sıra beyne geldiğinde ortada bir sorun vardır. Kemik ve et arasındaki konstratın tam tersine, beynin bir bölgesi ile diğerinin yoğunluğu arasında çok az fark vardır. Bu engeli aşmak için, beyni ışınları daha az geçirir bir hale sokmak ya da alternatif olarak X ışınları tekniğini daha hassaslaştırmak gerekir. s.33
//
Beynin ışınları daha az geçirir hale getirmenin alternatifi, saptama yöntemini iyice hassaslaştırmaktır. Normal X ışınlarında yaklaşık yirmi ile otuz arası gri tonu bulunur; oysa 1970'lerin başlarında geliştirilen ve iki yüzden fazla ton içeren bir teknik, 1980'lerin başından beri rutin bir biçimde kullanılmaktadır: Bilgisayarlı eksen tomografisi (CAT- computerized axial tomography) s. 34
//
CAT taramalarıyla görülebilen resimler, nörologlarla beyin cerrahlarına, tümörlerin ve doku kaybının yeri ile çapı hakkında değerli bir gösterge sunar. Örneğin; CAT taramaları yakın zamanlarda ciddi kafa karışıklığı ve bellek kaybına yol açan Alzheimer hastalığı sonucunda ortaya çıkan bozukluğun anlaşılmasına yönelik bir ipucu vermiştir. A.D Smith ve K.A Jobst, Alzheimer hastalarının beyinlerindeki belirli bir bölgenin (orta temporal lob) genişliğinin, aynı yaştaki sağlıklı gönüllülerdekine kıyasla, zaman içinde yarı yarıya küçüldüğünü bulgulamışlardır. s.35
//
Bedenlerdeki tüm organlar arasında beyin, yakıt tüketimi açısından en aç gözlü olanıdır. Oksijen ve glikozu, bedenin dinlenme halinde olan tüm diğer dokularına göre tam on kat hızla yakar. Aslında beyin o kadar çok enerji kullanır ki, yalnızca birkaç dakika boyunca oksijensiz kalsa ölür. Beyin toplam beden ağırlığımızın yüzde 2,5'tan azını oluştursa bile dinlenme halinde enerji tüketiminin yüzde 20'sinden sorumludur. Peki bu enerjiye ne olur? Beynin "çalışmasını" sağlar. s.35
//
Bir bölgesi çalışırken beyin çok daha fazla yakıt kullanır. Beynin yakıtı, yediğiniz yiyeceklerdeki karbonhidrat ile solduğunuz havadaki oksijendir: Karbonhidratlar oksijen ile tepkimeye girince, karbondioksit, su ve en önemlisi ısı üretirler. Bedende yiyeceklerde alınan tüm enerji basit bir yanma ile salıverilmez, çünkü beynin ve bedenin hiçbir işlevini enerji kalmaması pek hoş olmazdı. Demek ki bizi sıcak tutacak kadar ısıya ihtiyaç olmasına karşı, vücudumuzda yediğimiz yiyeceklerden aldığımız tüm enerjinin hemen serbest bırakılmasını engelleyen madde bulunmaktadır. Onun oluşumu sayesinde bu enerji, bedenin ve beynin yapması gereken mekanik elektrik ve kimyasal işler için depolayabiliriz. Enerji depolayan adenozin tri fosfat (ATP) kimyasalı canlı olduğumuz sürece yediğimiz yiyeceklerden üretilir. ATP enerjiyi depolar ve sıkıştırılan bir yayın serbest bırakılması gibi bu enerjiyi özgür bırakma potansiyeline sahiptir. s. 36
//
Beynin bilgileri belirli bir işlem sırasında etkin olduğunda çok sıkı çalışır ve daha fazla enerji kullanırlar; ATP depolarına daha fazla başvururlar, dolayısıyla da glikozun en basit şekli olan karbonhidratların yanı sıra oksijene de ihtiyaç duyulur. Bu demektir ki, beynin belirli bölümlerinden gelen oksijen ve glikoz talebindeki artışı izleyebilseydik, belirli bir işlem sırasında hangi beyin bölgelerinin en aktif olduğunu ya da en sıkı çalıştığını söyleyebilirdik. Beyni faaliyet halindeyken kontrol etmek kullanılan iki özel tekniğin ilkesi budur. s.36
//
Bu tekniklerin kullanımı sayesinde, belirli bir iş yapılırken beyinde birkaç farklı bölgenin aynı anda çalıştığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bir işleve yönelik tek bir beyin alanı olmasından ziyade, belirli bir işleve beynin çeşitli bölgelerinin katkıda bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, yapılan işin bir yönü çok az değiştiğinde, örneğin sözcüklerin söylenmesi yerine işitilmesi söz konusu olduğunda, beyin bölgelerinden oluşan farklı takım yıldızı görünür. s.39
//
Belki de şimdiye kadar bize öğrettikleri en açık ders, frenologların iddia ettiği gibi, bir beyin bölgesinin tek bir özgül, özerk işlevi olduğunu düşünmenin yanıltıcılığıdır. Aksine, farklı beyin bölgeleri farklı işlevler için paralel olarak çalışmak üzere bir şekilde birleşirler. s.39
//
Hayvansal varoluş, dış dünya ile sürekli bir diyaloğa dayalıdır. Beyin, duyularımız aracılığıyla akıp gelen bilgilerin işlenerek koordine edilmesi ve sonuçta beyinsel çıktıların hareket olarak dışa vurulması açısından hayati önem taşır. s.41
//
Tüm adaleler kasılma gücünü yitirmişse, geriye kalan sadece tükürük salgılama ve göz yaşı dökme yeteneğidir. s.42
//
Eğer hareket edebiliyorsanız ve çok hücreli bir organizma iseniz, o zaman en azından ilkel de olsa bir beyniniz vardır. s.42
//
Durağan yaşam biçimlerinin artık bir beyne ihtiyacı yoktur. s.42
//
Belkemiği zedelenmiş olan kişiler, omuriliğin zarar görme derecesine bağlı olarak, değişen ölçülerde hareket etme yeteneğini yitirirler.
Omurilik bazen işlevini, yukarıdan gelen talimatlar ya da beynin kontrolü olmaksızın, az çok özerk bir biçimde yerine getirebilir. Bu tür hareketler reflekslerdir. Refleks, belirli bir uyarıya karşı sabit bir tepki olarak tanımlanabilir; en iyi bilinen örneği ise diz refleksidir. Diz refleksi, dize hafifçe vurulduğunda tetiklenir ve tepki olarak bacak öne doğru fırlar. Sinirbilimciler bu tanıdık olaylar dizisini 'gerileme refleksi' olarak adlandırırlar, çünkü dizin üzerindeki kritik noktaya vurulmasıyla sıkışan bir tendon sayesinde bacağın alt kısmındaki bir adale yukarı çekilir; böylece adale üzerinde ek baskı oluşturarak onu gerer. Bu gerilmeyi telafi etmek için adale kasılır ve bacak öne doğru fırlar. s.43
//
El becerimiz, primatları diğer tüm hayvanlardan ayırt eder. Araçları tasarlayıp kullanmamızı, böylece diğer türlerin asla gerçekleşmeyeceği bir yaşam biçimine ulaşmamızı sağlar. Örneğin, bir kemancının gösterdiği hünerde, parmakların hızlı, kontrollü, bağımsız hareketi, evrimin görkemli zaferidir. s.44
(bizce Yüce Rabbimizin kontrolünde olan gelişmenin görkemli zaferidir. mt)
//
Ana beynin arkasında bulunan küçük beyin, yani beyincik, 1.bölümde gördüğümüz gibi bizden çok, yavru horozların ve balıkların yaşam biçimine hükmettiği söylenebilecek bir işleve sahiptir. s46
//
Beyincikleri hasar gören hastalar hareket edebilirler, fakat sakar biçimde. Bu kişiler, duyusal motor eşgüdümü gerektiren piyano çalmak veya dans etmek gibi ustaca hareketleri yapmakta özellikle zorlanırlar. Örneğin karmaşık bir şekli kağıda çizmek zorunda olduğunuzu düşünün. Eliniz sürekli gözlerinizin gözetimi altındadır. Beyincikleri hasar görmüş kişiler bu izleme hareketini yapmakta özellikle zorlanırlar. s.47
//
Yine de beyincik çok önemlidir çünkü ürettiği duyusal motor eşgüdümü, gene bilinçli düşünce gerektirmeyecek türden ustaca hareketleri destekler. Bu hareketler alıştırmalarla gelişerek neredeyse bilinçaltı yeteneklere dönüşür. Bu nedenle beyincik, beynin "otomatik pilotu" olarak adlandırılmıştır. Bu yakıştırma, Willis tarafından ifade edilen tanımlamaya çok iyi uymaktadır. s.47
//
Parkinson hastalığında ise hakimiyeti azalmış olan bölge, beynin arka tarafına doğru bıyık şekline uzanan siyah pigmentli bölge, yani substain nigradır. s48
//
Eller ve ağız çok büyük, son derece orantısız bir temsiliyete sahiptir.
Ellerle ağzın, keman çalmayı ve konuşmayı mümkün kılmak için motor kortekste geniş bir nöron ayrımını talep etmesi gibi, bedenin farklı kısımları da somatik-duyusal korteksteki nöronlara büyük oranda rağbet gösterir. Ağzın ve ellerin dokunma duyusuna karşı çok hassas olmaları önemlidir, çünkü yemek ve ellerle nesneleri hissetmek en temel insani davranışlar arasında yer alır. Size dişçide lokal anestezi yapılmışsa, ağzın çok ufak kısmında bile hareketlere ve dokunmaya karşı duyarsızlık nedeniyle insanın kendini ne kadar kötü hissettiğini bilirsiniz. s51
//
Daha basit yaşam biçimleri olan daha basit sinir sistemlerinde görsel alanlardan oluşan zengin bir dokuya ihtiyaç yoktur. Örneğin, Mona Lisa'nın ince ayrıntısını ayırt edebilmesi, bir kurbağaya fazla yarar sağlamayacaktır. Kurbağalar dünyasında kurbağanın bilmek istediği tek şey çevrede avlayabileceği ya da kendisini avlayacak hayvanların olup olmadığıdır: retinası (ağ tabakası) bu nedenle sadece yırtıcı hayvanların ya da yiyebileceği hayvanların, yani ileri geri uçup duran sineklerin gölgelerine karşı duyarlıdır. Nesnelerin ince ayrıntısı gereksiz olduğu için, kurbağanın gözleri bunları kaydetmez. Kurbağa, bir ip üzerinde sallanan ve geçip giden bir sineği andıran mantar parçasıyla karşılaştığında, sineği yakalamak için dilini dışarı uzatmanın yanı sıra, dudaklarını da yalayarak avlanma ve tatlanmayla ilgili hareketler yapacaktır. s.52
//
Böceklerin, kafalarının her iki tarafında bulunan üçgen şeklindeki kubbelere benzer bileşik gözleri vardır. Her göz, on bin kadar ayrı modülden, yani hepsi farklı açılara bakan on bin noktadan oluşur. Bazı böceklerde, bu nokta gözlerin sayısı otuz bine kadar çıkabilir. Işık her modülün içinden geçirilir ve böylece çok büyük bir büyütme gerçekleşir. Ne var ki insanlar açısından bunun sonuçları pek ideal olmayabilir çünkü bu nokta gözlerin mercekleri odaklanamaz. Böcek açısından muazzam avantajı ise, kafasını hareket ettirmesine gerek kalmadan geniş bir görsel alanın az sayıda hücre üzerine yansıtılmasıdır. Nokta gözlerin sayısı ne kadar çoksa, görüntü de o kadar ayrıntılıdır. Bu tür gözler, görsel manzaradaki herhangi bir değişikliğe ve ışık polarizasyon düzlemlerine karşı çok duyarlıdır., ancak bileşik göz yüksek derecede bir çözünürlük sağlamaz.
İnsan gözü ise oldukça farklıdır: küre şeklindedir ve mercekle ayrılan iki ana kısımdan meydana gelir. Mercek, şeklinin kontrol edilebilmesi için bağlarla desteklenen şeffaf ve elastik dışbükey bir yapıdır ve bu şekil, uzağa ya da yakın mesafeye bakmak istemenize göre her an değişebilir. Gözün tam önündeki kornea ile birlikte mercek, odaklanmamıza yardımcı olur. Bireyden bireye büyük oranda değişiklik gösteren renkli iris, gözbebeğini küçülterek ya da büyüterek ışığı düzenler. Gözün bu ön kısmında kornea ile mercek arasındaki boşluk, sulu bir sıvı ile doludur. Gözün ana gövdesini kapsayan ikinci bölmedeki boşluk ise pembemsi bir madde ile doludur.
Gözün tam arkasında görüntüyü saptayan bölge olan retina bulunur. Retinaya mikroskop altında baktığınızda, sanki bir ağı andıran karmakarışık bir kütle oluştururcasına iç içe geçmiş birçok hüzre görebilirsiniz. Aslında retina ismi, Latince'de "ağ" anlamına gelen retus kelimesinden türetilmiştir. Retinadaki bu hücreler, optik sinir diye bilinen lif kümesi yoluyla ana beyne aktarılmadan önce, iki hücre katmanından daha geçen bir elektrik sinyalinde meydana gelen değişimle, ışık değişikliklerine tepki verir.
Bu sinirin retinadan ayrılıp beynin içine doğru ilerlediği çıkış noktası, ışığa duyarlı hücrelerin bulunmadığı açıkça belli olan "kör nokta"dır. Kör nokta, gözün ortasının hemen yanında, burna yakın kısmındadır. Gözün ortasının diğer tarafında, kulağa yakın yerinde ise retinanın fovea adı verilen bölgesi bulunur. Fovea, belirli türden ışığa duyarlı hücrelerin yüksek oranda yoğunlaştığı küçük bir çentiktir. Bu bölgeye ışık vurduğunda, burada işleri yerine getirecek daha fazla hücre bulunduğu için görüş optimal düzeydedir. İnsanlarla kıyaslandığında, yırtıcı kuşların foveasındaki hücrelerin yoğunluğu beş kat fazladır. Ayrıca, insanların aksine kartalların iki foveası vardır. Bunlardan birisi, arama foveası, yan tarafı görmeye yarar, takip foveası ise derinliği değerlendirir ve bu, her iki göz tarafından yapılır. s.53-54
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder