29 Eylül 2015 Salı

Dinî Bir Şiar Olarak Kurban

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

(I)
Arap dilinde kurb, karâbet, kurbiyyet, tekârub, tekarrub gibi çeşitli türevleriyle gerek
maddî gerek manevî anlamda yakınlık ve yakın olmayı ifade eden kurban kelimesi,
dinî ıstılahta genel olarak Allah’a yakınlaşma vesilesi olan şeyi, özelde ise
ibadet maksadıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu maksatla
kesilen hayvanları ifade etmek için kullanılır. Bununla birlikte, fıkıh ıstılahında kurban
farklı türlerine göre farklı kelimeler ve terimlerle anılır. Mesela “udhiyye” kelimesi
hac ve umre yapmayanların kurban bayramı dolayısıyla kestikleri kurban için
kullanılır. Hac ve umre yapanların kestikleri kurbanlar ise genel olarak,
“sevk edilip gönderilen, hediye edilen şey” manasında “hedy” yahut hayvanın büyükbaş
ya da küçükbaş oluşuna göre “bedene” ve “dem” diye adlandırılır. Öte yandan
genel çerçevede “ibadet” anlamına gelen “nesîke”, “nüsük” ve “mensek” kelimeleri de
özelde kurban manası taşır.

Batı dillerinde, ”bir nesnenin tanrıya sunulmak suretiyle kutsal kılınması” anlamındaki
 “sacrifice” kelimesiyle ifade edilen kurbanla ilgili farklı uygulamaların tarihi erken
paleolitik çağa kadar uzanır. Dahası, antik Yunan’dan kadim Mısır medeniyetine,
eski Mezopotamya’daki dinî kültürlerden Zerdüştîliğe, Japon dini Şintoizmden
Hinduizme kadar hemen her din ve kültürde kurbanla ilgili farklı ritüeller ve kültler
mevcuttur. Diğer taraftan Musevî gelenekte bazı hayvanların veya yiyeceklerin
Tanrı’ya bağlılığın bir işareti olarak ve aynı zamanda O’nun lütfuna erip affına
mazhar olmak niyetiyle bir mezbah üzerinde tamamen veya kısmen yok edilmesi
şeklinde bir içeriğe sahip olan kurbanın tarihi Hz. İbrahim’e kadar götürülür. Eski
Ahit’te “manah” (vermek) ve “minha” (bağış, vergi) gibi kelimelerin yanında “yaklaştıran
şey” manasında “gorban”, “boğazlanan şey” manasında “zebah” ve “günahı ortadan
kaldıran dinî tören” manasında “hattah” gibi çeşitli kelimelerle karşılanan kurban
Musevîlikte farklı türlere ve detaylı hükümlere sahiptir. Hıristiyan ilahiyatında ise
Hz. İsa’nın haçta kurban edildiği yönündeki inanç Eski Ahit’teki kurban sistemini asıl
mecrasından çıkarmış ve hatta iptal etmiştir. Diğer bir deyişle, “Tanrı kuzusu” İsa
geleneksel Hıristiyan teolojisine göre ilk ve son kurban olması hasebiyle başka hiçbir
kurbana ihtiyaç yoktur. Bu sebeple İsa artık terk edilmesi gereken Eski Ahit’teki kurban
sistemini kaldırmıştır.

İslam hukukunda vacip veya müekked sünnet hükmünde bir ibadet olarak kabul edilen
kurban, “belli vakitte belirli hayvanların şer’an belirlenmiş usul dâhilinde Allah için
kesilmesi” şeklinde tarif edilir ve bu tarif kurban bayramında kesilen udhiyye kurbanına
karşılık gelir. Bunun dışında yine ibadet niyetiyle kesilen ve İslâmî literatürde özel
isimlerle anılan başka kurban çeşitleri de vardır. Bunlardan biri, kişinin dînen
mükellef olmadığı hâlde Allah’a bir vaatte bulunarak kendi üzerine vacip kıldığı adak
(nezr) kurbanıdır. Çocuğun doğumunun ilk günlerinde Allah’a bir şükür nişanesi
olarak kesilen kurban ise “akîka” diye adlandırılır. Kıran ve temettu’ haccı yapanların
kestikleri kurban “şükür kurbanı”, hac ve umrede vacibin terkine veya ihram yasağının
ihlaline mukabil ceza niteliğinde kesilen kurban ise “kefaret kurbanı” adını taşır.

(II)
Kurban, cahiliye devri Arap toplumunun dinî hayatında çok önemli bir yere sahipti. Bu
dönemde çocukların, köleler ve esirlerin Uzzâ, İsâf ve Nâile gibi bazı putlara kurban
edilmesi şeklinde bir uygulamanın izlerine rastlanmakla birlikte yaygın gelenek
 hayvanların putlara kurban edilmesi şeklindeydi. Cahiliye Arapları belli zamanlarda
veya önemli kabul ettikleri hadiseler vesilesiyle gerek Kabe ve Mekke’deki gerekse
Mekke’nin dışındaki putlarının yanında deve, sığır, koyun, ceylan gibi hayvanları
keserler, böylece hem mabede yönelik saygılarını hem de putlara bağlılıklarını
gösterirler ve aynı zamanda onlara yakınlaşma gayesi güderlerdi. Yine onlar kestikleri
kurbanı parçalayıp dikili taş şeklindeki putların üzerine bırakır, yırtıcı hayvanların ve
kuşların yemesini beklerlerdi. Öte yandan, yarar sağlayacağı zannıyla ölen kimsenin kabri
başında da kurban keserler, kimi zaman da kurban kesme işini cinlerden korunmak
maksadıyla gerçekleştirirlerdi.

Cahiliye devrindeki en meşhur kurban ritüellerinden biri receb ayıyla ilgili olup recebiyye
adıyla maruftu. Hem dört haram aydan biri hem de İslâmî gelenekteki üç ayların ilki
olan receb ayı İslam öncesi dönemde de kutsal/haram kabul edilir, dolayısıyla bu ayda savaştan, baskınlardan uzak durulur, özellikle ilk on gününde oruç tutulur, umre ziyaretleri yapılır ve putlara recebiyye denilen kurbanlar sunulurdu. Araplar özellikle sürülerinin çoğalmasıyla ilgili dileklerinin yerine gelmesi hâlinde receb ayında kurban
olarak bir koyun kesmeyi adarlardı. Fakat dilekleri yerine gelince bazen cimrilikleri
tutar, koyun yerine bir ceylan avlayıp onu keserlerdi.

Receb ayında kurban kesme geleneği İslam’ın ilk yıllarında da korunmuştur. Çoğunluk
ulemanın kanaatine göre bu gelenek Hz. Peygamber’in, “[İslam’da] atîre de fera’ da
yoktur” hadisiyle kaldırılmıştır. Bazı âlimler ise atîrenin meşru olduğuna işaret eden
birtakım hadis rivayetlerine dayanarak recebiyye kurbanının müstehap/mubah
olduğunu söylemiş ve Hz. Peygamber’in bu geleneği tamamen ilga/iptal etmeyip
sadece zorunlu bir ibadet sayılması niteliğini kaldırdığını, ayrıca kurbanın putlar için
değil Allah için kesilmesini vurguladığını belirtmişlerdir.



Mana ve mucebi açısından fıkhî ihtilafa konu olan “[İslam’da] atîre de fera’ da yoktur”
 hadisindeki atîre kelimesi “kuvvetli olmak, titremek, hayvan boğazlamak” gibi anlamlar
taşıyan itr kelimesinden türetilmiş bir isim olup cahiliye devrinde recebiyye kurbanını
ifade etmek için kullanılırdı. Şöyle ki dönemin Arapları tanrı addettikleri varlıklara
(putlara) yakın olmak maksadıyla âdet olarak receb ayının ilk on gününde bir koyun
kurban ederler ve kurbanın kanını putların başına sürerlerdi. Atîre veya İtr adı verilen
bu kurbana receb ayında kesilmesinden dolayı recebiyye de denirdi.

Cahiliye devrindeki kurban ritüellerinden biri de fera’ idi. Deve veya koyunun doğurduğu
ilk yavru anlamına gelen fera’ kelimesi cahiliye devrinde bir kimsenin develeri dilediği
sayıya ve/veya yüze ulaşınca ilk doğan yavruyu yahut en genç ve semiz deveyi kesmesi
anlamında kullanılır ve dolayısıyla bu tür kurbanlar fera’ diye anılırdı. Muhtemelen
Musevî gelenekten intikal etmiş olan fera’ kurbanı da hâkim görüşe göre İslam’ın ilk
zamanlarında meşru kabul edilmiş ve fakat bilahare mezkûr hadisteki ifadenin
mucebince yasaklanmıştır. Bununla birlikte başta İmam Şâfiî (ö. 204/820) ve Hanbelî
fakihler olmak üzere bazı âlimler atîre ve fera’ kurbanlarının Allah rızası için
kesilmesinin mubah olduğu içtihadında bulunmuşlardır.

Cahiliye devrindeki bir diğer kurban “akîka” (yeni doğan çocuğun başındaki tüy) diye
isimlendirilirdi. Musevî gelenekte de mevcut olan bu kurban, çocuk dünyaya geldikten
yedi gün sonra kesilir ve kurbanın kanı çocuğun başına sürülürdü. Yine akîka kurbanının
kesildiği gün çocuğun başı traş edilirdi. Akîka kurbanıyla ilgili gelenek de İslâmî dönemde
 sürdürülmüş ve fakat çocuğun başına kan sürülmesi meşru görülmemiştir. Ayrıca Hz.
Peygamber, cahiliye devrinde sadece erkek çocuklar için kesilen akîka kurbanını kız
çocuklarına da teşmil etmiş, diğer taraftan bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber “ana
babaya karşı gelmek” anlamındaki “ukûk” ile aynı kökten gelen “akîka” kelimesinden
pek hoşlanmadığını belirterek bir şükür ifadesi olarak kesilen kurban için “itaat ve
ibadet” anlamına gelen “nüsük” kökünden türemiş “nesîke” kelimesini kullanmayı tercih
etmiştir.

(III)
Cahiliye devri Arap toplumundaki kurban geleneği İslamî dönemde tevhid inancına aykırı
öğelerden temizlenerek Hz. İbrahim’in sünnetine uygun biçimde ihya edilmiş ve kurbana
birtakım sosyal işlevler de yüklenerek zenginleştirilmiştir. Bakara 2/173, Mâide 5/3,
En’âm 6/121, 145 ve Nahl 16/115 gibi ayetlerde, putlar için hayvan kurban etmenin şirk,
bu maksatla kesilen hayvanların murdar olduğu beyan edilmiştir. Öte yandan Mâide 5/27.
 ayette Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim ettikleri bildirilmiş, Sâffât 37/102-107. 
ayetlerde Hz. İbrahim’in tevhide iman ve teslimiyetle ilgili çok büyük bir imtihan olarak 
oğlunu (İshak) kurban etmek üzere iken,bunun yerine Allah tarafından makbul/değerli 
kabul edilen başka bir kurban kesmekle yükümlü kılındığından söz edilmiş, Hac 22/34. 
ayette ise her ümmetin kurbanla mükellef kılındığı belirtilmiştir. Ayrıca, Bakara 2/196, 
Mâide 5/2, 95, 97 ve Hac 22/28-29, 36-37 gibi ayetlerde hac ibadeti esnasında 
kesilecek kurbanlarla ilgili bazı hükümler zikredilmiş, fakat hac dışındaki kurban 
ibadetinden sarih olarak söz edilmemiştir. Gerçi Kevser 108/2. ayetteki “venhar” ifadesi 
çoğunlukla “kurban kes” şeklinde izah edilmiştir; ancak söz konusu ifadenin bu manaya 
geldiği müsellem değildir. Zira başta Hz. Ali olmak üzere İbn Abbas, Muhammed 
b. Ka’b el-Kurazî (ö. 108/726), Süleymân b. Tarhân et-Teymî (ö. 143/761), Kelbî 
(ö. 146/763), Ferrâ (ö. 207/822), Ebû Abdillah İbnü’l-A’rabî (ö. 231/846) gibi diğer 
birçok âlimden gelen farklı yorumlara göre nahr kelimesi “ibadet ve/veya namaz 
esnasında elleri göğüs hizasına kaldırmak”, “tekbir esnasında elleri göğüs hizasına 
kaldırmak”, “dua esnasında elleri göğüs hizasına kaldırmak”, “namazda sağ eli göğüs 
hizasında sol elin üzerine koymak”, “kıbleye yönelmek”, “namazda mihrabın karşısında 
durmak” gibi manalar taşır. Bütün bu yorumlar dikkate alındığında “venhar” ifadesindeki
emrin hem anlam ve kapsam hem de muceb yönünden sarih olmadığı, dolayısıyla kurbanın 

dinî hükmü konusunda tafsilî bir delil mahiyetinde bulunmadığı sonucuna varılır.
Kevser suresinde geçen “salât” (fe-salli) kelimesine “beş vakit namaz” veya “bayram
namazı”, “nahr” (venhar) kelimesine de “kurban kesme” manası verilmesi kesinlikle
teknik/ıstılahî bir mana takdiri olup geriye doğru bir tarih inşasının ürünü gibi
görünmektedir. Zira söz konusu surenin erken Mekke döneminde nazil olduğu
hususunda tereddüde mahal yoktur. Ayrıca bu dönemde beş vakit namazın teşri kılınmadığı
malumdur. Yine bu dönemde bayrama has bir namaz bulunmadığı hususunda da icma
mevcuttur. Surenin erken dönem Mekke’de nazil olması ve fakat muhtevasında bayram
namazı ve kurbandan söz edilmesi kâbil-i telif görülmemiş olmalı ki bazı klasik
tefsirlerde ikinci ayetin hicretten sonra Hudeybiye’de nazil olduğu da zikredilmiş ve
fakat bu görüş müfessirlerin çoğunluğunca zayıf kabul edilmiştir. Sözün özü, Kevser
suresinde geçen “salât” kelimesi, tıpkı Alâk 96/10, Kıyâme 75/31, A’lâ 87/15.
ayetlerdeki “sallâ”, Enfal 8/35. ayetteki “salât”, Müddessir 74/43. ayetteki “musallîn”,
Mâûn 107/4-5. ayetlerdeki “musallîn” ve “salât” kelimeleri gibi bildik ve teknik
anlamda namaz değil, genel çerçevede ibadet/ubudiyet manasındadır. Bütün bu
ayetlerdeki “salât” kelimesi müminlere atfen kullanıldığında Allah’a boyun eğmeye,
müşriklere atfen kullanıldığında ise onların ibadet diye icra ettikleri ritüellere karşılık
gelir. Sonuç olarak Kevser suresindeki “fe-salli” emri ibadeti Allah’a has kılmayı, “venhar”
ise Hz. Peygamber’den “nesli kesik” (ebter) diye söz eden Âs b. Vâil ve sair müşriklere
inat, elleri göğüs hizasına kaldırıp tekbir getirerek tevhidi haykırmayı ifade eder.

(IV)
İslam hukukundaki hâkim anlayışa göre gerek hac ve umre yapan kimselerin gerekse diğer
müminlerin kurban kesme yükümlülüğü ve bu konuyla ilgili hükümler Hz. Peygamber’in
kavlî ve fiilî sünnetine dayanır. Diğer bir deyişle, Hz. Peygamber’in hicrî 2. yıldan
(miladi 624) itibaren kurban bayramlarında kurban kesmeye başlaması, hac ve umre
esnasındaki uygulaması ve kurbanla ilgili çeşitli beyanlarından oluşan zengin hadis
malzemesi bu konuyla ilgili dinî geleneğin ve fıkhî değerlendirmelerin temelini teşkil eder.

Kur’an’da hac dışındaki kurbanın hükmüne dair sarih nas bulunmaması nedeniyle udhiyye
kurbanının dinî hükmü çoğunluk fukaha tarafından müekked sünnet olarak kabul
edilmiştir. Buna mukabil İbrahim en-Nehâî (ö. 96/714), Leys b. Sa’d (ö. 175/741),
Evzâî (ö. 157/773), Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778) gibi bazı müçtehitlerin yanı sıra Hanefî
mezhebinde ağırlık kazanan içtihada göre kurban vaciptir. Bu bağlamda Hanefî
gelenekte, Kevser 108/2. ayetteki “venhar” emrinin “Kurban kes” anlamı taşıdığı
ve gereklilik bildiren bu emrin Hz. Peygamber’in yanı sıra ümmeti de bağladığı
yorumu esas alınmıştır. Ayrıca, “Kim imkânı olduğu hâlde kurban kesmezse bizim
mescidimize yaklaşmasın”, “Ey İnsanlar! Her sene her hane halkına kurban kesmek
vaciptir”, “Kurban kesiniz; zira kurban atanız İbrahim’in sünnetidir” gibi hadisler ile Hz.
Peygamber’in kurban kesmeyi hiç terk etmemiş olması gibi başka delillere de atıf
yapılmıştır. Kurbanın müekked sünnet olduğunu savunan çoğunluk ise Kur’an’da bu
konuyla ilgili sarih bir emrin bulunmamasını, Hz. Peygamber’in kurban kesmeyi hiç
terk etmemiş olmasının teknik anlamıyla sünnet kapsamında da değerlendirilebilecek
olmasını ve bir de bazı sahabîlerin uygulamasını delil ittihaz etmiştir.

Bize göre kurbanın dinî hükmü ne Hanefî fıkıh terminolojisindeki anlamıyla vacip ne de
müekked sünnettir. Bu konudaki hüküm farzdır. Ancak hemen belirtelim ki bu iddialı
hükmümüz Kur’an ve hadislerdeki bir lafzın mantukuna değil, kurbanla ilgili birçok
ayetin yanı sıra Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünnetindeki genel mana ve mefhuma
dayanmaktadır. Çünkü Ebû İshâk eş-Şâtıbî’nin (ö. 790/1388) de isabetle kaydettiği gibi
namaz, oruç, hac, zekât gibi konularla ilgili bir dinî hüküm bir tek delile dayandırılamaz.
 Sözgelimi namazın farziyyetiyle ilgili hüküm salt Kur’an’daki “Namazı hakkıyla kılınız”
(akîmû’s-sâlât) emrinden çıkmaz. Bilakis bu hüküm söz konusu emrin yanı sıra namaz
kılanların övüldüğü, kılmayanların yerildiği, namazın öneminin ve manevî
semeresinin zikredildiği diğer bütün ayet ve hadislerdeki mana ve mefhumdan bir türev
olarak ortaya çıkar. Şâtıbî cüz’îlerden küllîlere (tikellerden tümellere) ulaşmayı ifade
eden bu istikrâ yöntemini el-İ’tisâm adlı eserinde şöyle bir benzetmeyle de
açıklamıştır: Şeriat bütün uzuvları tam ve yerli yerinde bir insan gibidir. Şöyle ki el,
ayak, baş ve dil gibi uzuvlar insana özgü fonksiyonları tek başına yerine getiremez ve
insan ancak bütün uzuvlarıyla birlikte insan diye anılır. Tıpkı bunun gibi şeriat da tek tek
 hükümlerle şeriat vasfı kazanmaz. Bu sebeple, gerçek manada şer’î bir hüküm çıkarmak
söz konusu olduğunda bu hükmün tek bir delilden değil, şeriatın bütününden istinbat 
edilmesi gerekir.

Bu açıdan bakıldığında kurbanın farz olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Zira daha
önce de zikri geçtiği üzere birçok ayette kurbandan söz edilmiş, bu bağlamda Hac
22/34. ayetteki ve-li külli ümmetin cealnâ menseken ifadesinde her ümmetin kurbanla
mükellef kılındığı bildirilmiş, Mâide 5/3. ayette hac ibadetiyle ilgili olarak kurbanlık hayvanlara, gerdanlıklarla süslenmiş kurbanlıklara hürmette kusur edilmemesi gerektiği bildirilmiş, keza Mâide 5/97. ayette
gerdanlıklı ve gerdanlıksız kurbanlıkların insanlar için hem bir değer hem de dinî ve
ticârî hayatın canlanmasına vesile kılındığı belirtilmiştir.

Öte yandan, Hac 22/36. ayette, “Biz [deve, sığır gibi] büyük baş hayvanları da -ki bu
hayvanlar size birçok faydalar sağlar- Allah’ın hacla ilgili nişanelerinden [kurbanlık]
kıldık. Develeri bir ayakları bağlı halde ayakta boğazlarken Allah’ın ismini anın.
Ardından yere düşüp canlarını teslim ettiklerinde, etlerinden hem kendiniz
yiyebilirsiniz hem de yardım isteyen veya isteyemeyen fakir-fukaraya da
yedirebilirsiniz. İşte biz bu hayvanları istifadenize sunduk ki Allah’a iman ve itaat
üzere şükredesiniz.” buyrulmuş, bir sonraki ayette ise, “[Bilin ki] kurban olarak kestiğiniz
hayvanların etleri de kanları da Allah’a ulaşmaz. O’na ulaşacak olan, sadece sizin
takvanız, ibadette samimiyet ve ihlâsınızdır” buyrularak hem müşriklerin İslam öncesi
dönemde Zemzem kuyusunun yanında kurban kesip akan kanı teberrüken Kabe’nin
duvarına sürerek, “Allahım! Bu kurbanımızı makbul eyle” diye dua etme âdetlerinin
artık yaşatılmaması gerektiğine, hem de kurbanda Allah’a ulaşacak olan şeyin kan ve
et değil, kulluk şuuru ve samimiyet duygusu olduğuna dikkat çekilmiştir. Bütün bunların yanında Hz. Peygamber imkân sahibi müminlere kurban kesmenin gerekli olduğunu söylemiş ve kendisi de kurban ibadetini hiç
terk etmemiştir.

İşte bütün bu deliller bir arada mütalaa edildiğinde ortaya çıkan sonuç, farzdan başka
bir şey olmasa gerektir. Kaldı ki Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) de “Udhiyye kurbanı
farzdır” şeklinde bir görüş bildirdiği nakledilmiş, ayrıca bazı kaynaklarda kurbanla
ilgili olarak, “dinin şeâirinden olduğu hususunda hiç ihtilaf yoktur”, “farz-ı kifâyedir”,
“terkine ruhsat tanınmayan sünnettir” gibi nitelendirmeler zikredilmiş, Elmalılı Hamdi
Yazır (ö. 1942) ise kurbanın farza yakın ve/veya aşağı yukarı farz (şibh-i farz) olduğunu
söylemiştir.

(V)
İslam fıkhında kurbanla ilgili yükümlülük şartları -akıl-bâliğ olma hususunda bazı
farklı görüş ve içtihatlar mevcut olmakla birlikte- müslüman, akıllı, ergen, mukim ve
zengin olmak şeklinde tespit edilmiştir. Bu bağlamda özellikle zenginlik ya da mali
 imkân şartı üzerinde durmak gerekir. Klasik fıkıh literatüründe, malî imkân şartı
nisab diye ifade edilen asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmaya karşılık gelir. Hanefî
mezhebine göre kurban kesmeyi mucip zenginliğin ölçüsü zekâtta ve fıtır sadakasında
aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçları ve temel ihtiyaçları dışında
85 gram altın ya da buna denk bir paraya ve/veya mala sahip olmasıdır. Ancak kurban
nisabında zekâtta olduğu gibi bir yıl süren bir zenginlik şartı aranmayarak bayrama
erişen kişinin o günlerde bu zenginliğe sahip olması yükümlülük için yeterli
görülmüştür. Haddi zatında ekonomik güç ve zenginliğin hem mevcut şartlara hem de
yükümlüğünün konusuna göre değişkenlik göstermesi ve bir yönüyle de örfî olması
hasebiyle günümüzde müslümanların kendi bütçe imkânları çerçevesinde
sıkıntı çekmeden kurban ücretini ödeyip ödeyemeyeceğini göz önünde bulundurmaları
gerekir. Buna göre denebilir ki uygun ve isabetli olan, kurban alma imkânı
bulunmayan kimselerin kurban kesmek için mali imkânlarını zorlamamasıdır.
Hatta bazı Hanefî fakihlerine göre maddi gücü yeterli olmayan kimselerin
kendilerine vacip olmayan ibadeti vacip haline getirmesi, böylece kesilen
kurbanın adak kurbanı hükmünü alması bile ihtimal dâhilindedir.

Hâl böyleyken, ülkemizde birçok müslümanın borç-harç içinde kurban kestiğine,
kurban parasını kredi kartıyla, üstelik taksitle ödediğine sıkça rastlanmaktadır. Bu
uygulama, ihlâs ve samimiyete mebni olduğu takdirde dînen -fıkhen değil!- söylenecek
bir söz yoktur; ancak kurbanın ihlâs ve samimiyeti mucip bir ibadet olmaktan ziyade
kültürel, folklorik yönü ağır basan bir ritüel olarak algılandığı ve bir bakıma her
oğlan çocuğu sünnet ettirme âdetine -ki günümüz Türkiye’sinde damat adayının namaz
kılıp kılmadığı pek sorulmamasına rağmen adayın mühtedi olması hâlinde sünnet olma
şartının farz mesabesinde görülmesi bazı örf, âdet ve ritüellerin folklorik düzeyde
nasıl algılandığı ve uygulandığı hakkında yeterli bir fikir verir- benzer bir âdet gibi
uygulandığı ve bu uygulamada çok kere mahalle baskısının da önemli rol oynadığı
gerçeği dikkate alındığında, kişinin kendisine vacip olmayan bir ibadeti vacip haline
getirme ihtimalinden söz etmek de pekâlâ mümkündür.

Yeri gelmişken kurban kesme yükümlülüğünde aynîlik ve kifâîlik meselesinden de söz
etmek gerekir. Hanefiler yükümlülük şartlarını taşıyan herkesin ayrı ayrı kurban
kesmekle mükellef olduğunu (aynî vacip) savunur. Şâfiîler, Hanbelîler ise kurban
kesme yükümlülüğünü taşıyan kişi açısından aynî sünnet, nafakalarını sağlamakla
yükümlü olduğu aile fertleri açısından kifâî sünnet olduğunu ileri sürer. Mâlikîler de
hemen hemen aynı görüşü benimser. Burada söz konusu olan aynîlik, yükümlülük
şartlarını haiz olan her ferdin kurban kesmesinin vacip/sünnet olduğu, kifâîlik ise
hane halkından bir ferdin kesmekle diğer fertlerden mükellefiyetin sakıt olduğu
anlamına gelir. Fakihlerin çoğunluğunca benimsenen kifâîlik görüşü daha isabetlidir;
çünkü gerek Hz. Peygamber’in kendisi ve hane halkı için bir tek kurban kestiğiyle
ilgili sahih rivayetler, gerek sahabeden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, “Biz bir tek koyun
keserdik. Kişi bu koyunu kendisi ve aile fertleri için keserdi. Kurban etinden hem
kendileri yerlerdi hem de ikram ederlerdi; fakat zaman sonra insanlar birbirleriyle
yarışa girdiler ve nihayet [her ferdin] kurban kesmesi mağrurluk alameti hâline geldi.”
şeklindeki sözleri kifâîlik görüşünün daha sağlam delillere dayandığını gösterir.

Esasen aynı çatı altında yaşayan fertlerden sadece birinin kurban kesmesinin yeterli
olduğu hususunda tereddüde mahal yoktur. Bu konuyla ilgili muhtelif rivayetler,
“nafaka halkasına dâhil olan aile fertlerinin tümü adına içlerinden birinin kurban
kesmesi yükümlüğün sakıt olması manasından öte sevapta ortaklık anlamı taşır”
şeklindeki yorumlara doğruluk değeri atfetmeyi mümkün kılmamakta, nesh ve
tahsis iddiası ise salt iddia olmaktan başka bir değer taşımamaktadır. Keza hedy
kurbanının sırf bir kişi için kesilebileceği hükmünden hareketle udhiyye kurbanı
için de aynı hükmün -kıyas yoluyla- geçerli olması gerektiği yolundaki görüş de hem
sübut hem delalet yönünden sahih ve sarih rivayetler karşısında hüccet değeri
taşımamaktadır.

(VI)
Sonuç olarak, kurban hem fert ve toplum yararıyla açıklanabilir unsurları hem de
taabbudî nitelik taşıyan ve Allah’a bağlılığın yanı sıra insanî duyarlığa da işaret eden
simgesel tutum ve davranışları içerir. Binaenaleyh, kurban, modern zamanların ilcaatına
ve/veya “Din şehit ister, asuman kan; her zaman her tarafta kan, kan, kan…” diyen Tevfik
Fikret’in çağdaşçı takipçilerinin tenkit ve tazyiklerine boyun eğerek, “Hayvan
boğazlamak yerine fakir-fukaraya maddî/mali yardımda bulunulabilir; hatta böyle
yapmak daha isabetlidir” gibi sözde fıkhî fetvalara kurban edilemeyecek kadar önemli
ve değerli bir ibadettir. Çünkü kurban her şeyden önce Allah’ın emri, Hz. İbrahim ve
Hz. Muhammed’in sünnetidir. Burada sözü edilen sünnet, bir teklifî hüküm türüne
karşılık gelen teknik anlamda sünnet değil, müslümanca tedeyyün gereği sürekli
uygulanan bir gelenek, bir tarika-i meslûke manasındadır ve bu manasıyla farz dâhil
bütün teklifî hükümleri içerecek kadar kapsamlıdır. Öte yandan dinî bir şiar olan kurban
aynı zamanda hayat nimetine hamd ve şükrün ifadesidir. Bütün bunların yanında kurban
 insanca ve müslümanca duyarlıklarımızı muhafazanın da bir nevi garantisidir. Çünkü
bugün hemen her birimizin dünyevî seline az çok kapıldığı modern hayat tarzı içinde
günden güne kaybettiğimiz müslümanca duyarlıklarımızın ve dolayısıyla ahirete
uğurladıklarımızı hatırlamak, hayatta kalanlarımızın hâl ve hatırlarını sormak, akraba,
konu-komşu diye bir şeyin de hâlen var olduğunun farkına varmak ve elde olanı
paylaşmak gibi ince taraflarımızın tümden yok olup gitmesini engelleyen temel
unsurlardan biri de kurbandır. Bu yüzden, biz müslümanlar kurbana kurban olmak
durumundadır.

Kaynak: 
https://serdargunes.wordpress.com/2014/10/07/mustafa-ozturk-dini-bir-siar-olarak-kurban/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder






Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...