6 Mart 2020 Cuma

Kur'an Dışı Vahyin İmkansızlığı Kitabından Kesitler - Mehmet Yaşar SOYALAN

Tarihen sabittir ki, bugün eldeki Kur'an ayetleri ile Hz. Muhammed'in döneminde kıraat edilen Kur'an ayetleri birbirinin aynısıdır. Okunuş ve imladan kaynaklanan bazı harf ve telaffuz farkları, Kur'an'ın kendisi ile değil onu okuyanlarla ilgili bir sorundur ve Kur'an için herhangi bir eksiklik ve fazlalık anlamına gelmez. (20)
*
Nitekim Kur'an'da bir noksanlık ve çelişki-tutarsızlık olduğunu isbat edebilmek için ilk nüshalar ile mevcut metin üzerinde araştırma yapan oryantalistler, bütün çabalarına rağmen bugüne kadar bir delil veya örnek ortaya koyamamışlar, aksine birçok gayr-i müslim araştırmacı bu bütünlüğü ve değişmemişliği tesbit ve ikrar eylemiştir (20)
*
Rivayet merkezli anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkmış bulunan, muhkem-muteşabih, nasih-mensuh gibi konuların/sorunların, Kur'an'ın anlaşılmasının önüne bir engel olarak konulmasının ve bu gibi konular üzerinde yoğunlaşılmasının sonucu olarak Kur'an'ın anlaşılması ve ne dediği konusu toplumun gündeminden çıkmıştı/çıkarılmıştı. (25)
*
Çöl kültürünün bir yansıması olan her şeyi somutlaştırarak algılama alışkanlığı, zaman içerisinde Kur'an'ın anlaşılması üzerinde etkisini gösterdi. Kur'an'daki birçok mecazi ve sembolik anlatım tedvin dönemi sonrası süreçte somut ifadeler olarak algılanır oldu. (28)
*
Hariciler, Muaviye ordusunun Kur'an ayetlerinin yazılı olduğu levhaların arkasına saklanarak araçsallaştırma taktiğini -zahiri algıları sebebiyle- kavramayarak, Muaviye ordusuna saldırmayı, Kur'an'a saldırmak olarak algıladıkları için savaştan çekilerek Muaviye iktidarının önünü açtılar. Bu tavır, ayetleri sahifelerde somutlaştırmanın bir tezahürüydü ve müslüman topluluğun ilk ve en büyük kırılmasını yaşamasına sebep olmuşlardı. Sonrasında kırılmalar artarak devam etti. (31)
*

Şafii ve onu takip edenlerin yaklaşımlarında da açıkça görüldüğü gibi soyut pek çok kavram, somut olarak başlandı. Bu nedenle örneğin "Allah arşa istiva etti" ayeti, somut bir olgu olarak algılandı; bugün bile soyut pek çok anlatım somut olarak algılanmaktadır. Bunun bir yansıması olarak mesela: Peygamberin fiziki anlamda miraca çıktığı; meleklerin bir cisme dönüşerek Rasulullah'a geldiği; Allah'ın, kulu Muhammed'le iki arkadaşın konuştuğu gibi konuştuğu iddia edildi. Bu somutlaştırmanın sıçramadığı alan neredeyse kalmadı, "cins-i münasebet"ten kinaye olan kadınlara messetmek/dokunmak bile somut olarak algılandı ve elleri gayr-i ihtiyari birbirlerine değen erkek ve kadının abdestinin bozulacağına hükmedildi. (33)
*
Tarih göstermiştir ki, bütün otoriteler kendi hukuklarını, kendi gerçekliklerini oluşturmuşlardır. Kur'an ve Hadis, bu tür yapılarda otoritenin hukukunu meşrulaştırma işlevi gören bir enstrümandan başka bir işlev görmez, görmesine izin verilmez. (34)
*
Kur'an, Resul'e itaati, onun bir rehber, bir komutan, bir yönetici olmasının sonucu oluşan "itaatten" bağımsız olarak, getirdiği vahiyle ilgili konularla (veya salt vahiyle) sınırlarken, her sözü vahiy olan bir resul anlayışı bizzat resulün kendisinin vahiy veya insan-üstü bir varlık olarak algılanmasına neden oldu. Bu bağlamda onun her sözü, davranışı, iması, hatta susması bile bir vahiy olarak algılanıp mutlak itaati gerektirdi. (36)
*
Vahyin en temel amacı: Sıkışmış, çaresiz ve çözümsüz kalmış, günaha batmış, karanlıklara kaybolmuş, dalalet içinde yüzen insanoğlunu karanlıklardan aydınlığa, kaos ve kargaşadan nizama ve huzura, ümitsizlikten ümide ve kurtuluşa çıkarmaktır. (69)
*
Kur'an, gaybi bütün konuları, insanlık düzlemine indirerek, onun algılama kapasitesine uygun olarak, onların kelimeleriyle, sahip oldukları dinin yapısı, anlatım özellikleri ve kuralları içerisinde kalarak anlatmaktadır. Bunun için kıssalar/meseller anlatır, örnekler verir, benzetmeler yapar. Bu örneklemeler ve benzetmeler insanoğlunun bildiği şeylerden hareketle yapılmaktadır. (87)
*
Klasik anlayıştaki, "Kendisine kitap verilen peygamberlere resul, kitap verilmeyenlere nebi denir" iddiasının Kur'ani hiçbir dayanağı yoktur. (95)
*
Klasik anlayışta resul, "kendisine kitap verilen ve bir şeriat getiren", nebi ise "kendisine kitap ve şeriat verilmeyen peygamber" şeklinde tarif edilmiştir. Bu tanımlamanın Kur'ani bir dayanağı olmadığı gibi Harun dahil, kendisine ilahi metin anlamında kitap verilmeyen pek çok peygamber, hem resul hem de nebi olarak isimlendirilmiştir. Kur'an'da resul ve nebi arasında böyle bir ayrım yoktur. Bu anlayış olsa olsa yahudi kültüründen etkilenilerek yapılmış bir ayrım olabilir. Çünkü yahudi kültürüne göre resuller, birbirini takip ederek geldiği gibi aynı zaman dilimi içerisinde de birçok peygamber bulunabiliyordu. (102)
*
Özellikle yahudi ve hıristiyanlığın etkisiyle oluşan bu yeni din algısında, yahudilerin büyük peygamberleri Hz. Musa nasıl Allah ile konuşmuş ve hıristiyanların peygamberi nasıl semaya yükseltilmiş ise Hz. Muhammed de miraca çıkarılarak Allah ile yüzyüze görüştürülmüştür. Bu noktadan sonra artık Hz. Muhammed, "kul ve beşer bir resul" olmaktan çıkarılmış, ateşlerin yakmadığı, okların, mızrakların isabet etmediği, kılıçların kesmediği ve zehirin tesir etmediği insan-üstü bir şahsiyete dönüştürülmüştür. Zaten onun kalp gözü açıktı, olan ve olacak olan her şeyi bilirdi. Bu nedenle onun sözleri de bir beşerin sözleri gibi olmazdı. Onun sözüü tanrı sözüne eşdeğerdi. Daha doğrusu onun sözleri de Allah'ın sözleriydi. Yani o, yaratıcının sözleri ile konuşan yarı tanrı bir resuldü. (110)
*
Hadis ile ilgili çalışmalarda ve usul kitaplarında zikredilen "resulün söz ve davranışlarının vahiy olduğu" düşüncesinin hicri 1. asrın sonlarında gündeme gelmeye başladığı ifade edilmektedir. Ancak sistemli bir hal alması daha sonra olmuştur. Bu da İmam Şafi'nin yaşadığı döneme denk gelmektedir.  Bu konuyu kitaplarında ilk defa açık bir şekilde dile getiren kişi İmam Şafi'dir. (111)
*
İkinci zihinsel kırılma pek çok sıkıntı ve tartışmanın yaşandığı Hz. Osman döneminde, Hz. Osman'n kendisini istifaya çağıranlara, "Allah'ın bana giydirdiği bu hilafet gömleğini ancak Allah çıkartır" diyerek siyasi tartışmalara imani/kelami bir alan taşıması sonrasında olmuştur. (119)
*
Muaviye'nin iktidarı ele geçirip, "Allah beni hazinelerinin başına geçirdi; 'ver' dediğine veriyorum, 'verme' dediğine vermiyorum" diyerek ve oğlunu veliaht tayin ederek Kur'an'ın amaçları ve Resulullah'ın uygulamalarından fikri ve zihni kopuşu daha da keskinleştirdi. (119)
*
48.sure 25-28. ayet için açıklama;
İlgili ayet, siyak-sibakına ve nüzul ortamına uygun olarak okuduğunda, Kur'an dışı vahyin varlığına delil değil, Resulullah'ın bir olay ile ilgili yorumunun ve uygulamasının, Allah tarafından tasdik edildiğine delildir. Aynı şekilde bu ayet Resulullah'a Kur'an dışında başka vahiy verilmediğinin de önemli bir delilidir. Resulullah'ın yaptığı yorum ve uygulamalar vahiy olsaydı, ne Resulullah, ne de sahabeler, ayetin dile getirdiği konularda bir tereddüt ortaya koymaz, Kur'an ayetleri konusundaki kararlılıklarını burada da gösterirlerdi. Böyle olsaydı, Allah kendi vahyini bir kere daha tasdik etme gereği duymazdı. Böyle bir şey anlamlı da olmazdı. (124)
*
Eğer gerçekten Resul'e Kur'an dışı bir vahiy gelseydi -yani Resul'ün söz ve davranışları da vahiy ürünü olsaydı- Allah'ın, Resul'ün bazı söz ve davranışlarını desteklemesi, bazılarına da karşı çıkması ve reddetmesi söz konusu olmazdı. Her ikisi de vahiy olduğuna göre bu Allah'ın kendi sözünü tasdik etmesi veya tekzib etmesi/düzeltmesi anlamına gelirdi ki, bu durum Allah inancını temelden sakatlayan bir anlayış olarak ortaya çıkardı. Bu da Kur'an'ın temel iddialarıyla çelişirdi. Bu durum bile Kur'an dışı vahyin imkansızlığını ortaya koymaktadır. (127)
*
sayfa 129'da tahrim suresi delili ile ilgili açıklama mevcut.
*
Her şeyin Allah'a izafe edilmesi, Kur'an'da çok sık karşılaştığımız bir anlatım yöntemidir. Allah'a saygının da bir gereğidir. Yani bir şey açığa çıkmışsa/çıkarılmışsa o işin gerçek sahibi Allah'tır. Bu nedenle bu anlatımda bir saygı ifadesi olarak bunlar dile getirilmiştir. Ayetin devamı göz önünde bulundurulduğunda, bu ifadeti pekiştirildiği görülür. Eşinin bir Nebi, yani Allah'tan vahiy alan bir Resul olduğunu bilen bir zevce "Nebi'ye bunu sana kim haber verdi", diye sorduğunda Nebi'nin de "Alim, Habir olan haber verdi" şeklinde ifade etmesi aynı anlatım tekniğinin her şeyin Allah'a izafe edilmesinin ve aynı saygı uslubunun devamı olduğunu gösterir. (138)
*
Ayrıca şunu da bilmemiz gerekir ki, sözünü ettiğimiz insanlar sıradan insanlar değildir. Peygamberin eşleridir. Bu eşler, eşi oldukları peygamberin Kur'an dışında vahiy aldığını bilseler, Nebi'ye "Bunu sana kim haber verdi?" diye sormazlardı. Bırakın sormayı, Allah'ın, Resulü'nü haberdar edeceğini bildikleri için o sözü bir başkasına aktarmaya cesaret edemezlerdi. Böyle bir şeye cesaret ettiklerine göre, bu durum onların böyle bir vahiyden haberleri olmadığın yani böyle bir vahyin hiç olmadığını ortaya koymuş olur. (139)
*
Madem ki Allah, iki topluluktan birini müslümanlara vereceğini vaad etmişti, o halde niçin daha sonra müslümanları zayıf olanı seçmekle suçluyordu? veya Resul niçin niyetini daha önceden açıklayarak birinci şıkkı geçersiz kılıyordu? O zaman iki topluluk demenin ne anlamı kalıyordu? (144)
*
ALlah'ın bir toplumu, bir orduyu helak etmesi, kendi doğal yasası çerçevesinde gerçekleşir. Konu bu şekilde algılanmazsa, meleklerin elinde kılı., düşmanlara karşı birebir mücadele etmesi, vuruşması gerekir. Bunun bir tezahürü olarak ilgili ayetin birkaç sonrasında, "vurun, boyunlarının üstüne... vurun parmaklarına parmaklarına..." ifadelerini de meleklere atfetmemiz gerekir. Müslüman mücahitlerin yerine melekler savaşacak, ancak müslüman mücahitler ayetler bundan bahsedinceye kadar, kendilerinin yerine meleklerin savaştığından haberdar olmayacaklar. (149)
*
Meleklerle yardımı daha çok kalplerin pekişmesi kendine güven ve motivasyon olarak anlamak gerekir. Kalplerin pekişmesinde yağmurun yağmasının şartların müslümanların aleyhinden lehine döndürülmesinin de meleklerin yardımıyla bağlantılı olduğunu gözardı etmememiz gerekir. (150)
*
İlk dönem müfessirlerden el-Ferra, ilgili ayetin (53:1-4) yorumunda, "O bu Kur'an'ı kendi kafasından söylememektedir. O (Kur'an) vahiyden başka bir şey değildir." demektedir. İlk kaynaklardan buna benzer birçok alıntı yapmak mümkündür. Zaten bu sure bir bütün olarak ele alındığında ve ayetlerinin muhatabının Mekke inkarcıları olduğu göz önünde bulundurulduğunda, burada tartışılan ve Mekkelilerin karşı çıktıkları ve inkar ettikleri şeyin, Resulullah'ın, "Bu Allah'tan gelen vahiydir" Kur'an ayetleri olduğu çok açık bir şekilde anlaşılır. (154)
*
Kıble değişikliği ile ilgili ayetler, Hz. Peygamber'e, Kur'an dışında bir vahiy gelmediğinin en önemli delillerindendir. Madem, iddia edildiği gibi Kudüs, daha önce Kur'an dışı bir vahiyle kıble edinildi, o zaman daha sonra niçin aynı tür bir vahiyle kıble değiştirilmedi. Resul niçin yüzünü gökyüzüne dikerek Allah'tan konuyla ilgili bir vahiy gelmesini bekledi. Bu bile böyle bir vahiy türünün mevcut olmadığının açık bir göstergesidir. (158)
*
Ayrıca  Kur'an'ın yirmi üç yıllık bir süreçte nazil olduğunu, nazil olan ayetlerin toplumun kültürel yapısıyla, algılama şekilleriyle, yaşam biçimleriyle bir paralellik arz ettiğini de unutmayalım. Eğer vahiy, onların anlamayacağı veya uygulayamayacakları bir terminoloji ile gelmiş olsaydı bir muhatap sorununun ortaya çıkacağı muhakkaktı. (171)
*
Resul'ün belli kurallar koyması ve onları uygulatması Resul oluşuyla değil, insan/beşer bir yönetici olmasıyla ilgilidir. (173)
*
Tayyibat ve habisat kavramlarının Kur'an'da geçtikleri bağlamlar dikkatlice okunduğunda, neyin "tayyibat" neyin "habisat" olacağının genel tanımının yapıldığı görülür. Resul'e ve diğer önderlere düşen görev ise, bu genel ilkeler çerçevesinde, yani çerçevesi çizilen tayyibat ve habais algılamasına uygun olarak, kendi dönemlerindeki sorunları giderecek kuralların oluşturulmasını sağlamaktır. Olsa olsa Resul'ün Kur'an'dan bağımsız olarak koyduğu helaller/emirler, haramlar/yasaklar bu çerçevede olur. Buna güncel hukuki kurallar da diyebilirsiniz. Resul'ün erkekler için altın takı takılmasını, ipek elbise giyilmesini, bazı hayvanların etlerinin yenmesini, kadınların kabirleri/mezarlıkları ziyaret etmelerini yasaklamasını, zekat oranlarının tesbitini bu bağlamda değerlendirebiliriz. (175)
*
Ahzab suresinden geçen zeyd ile ilgili ayet hakkında Hz. Aişe şöyle demiştir: "Allah'ın Resulü kendisine vahyedilenlerden birini gizlemek isteseydi, muhakak ki bu ayeti gizlerdi." (buhari ve müslim) (190)
*
Vahy-i gayr-i metluv olduğunu iddia eden birçok kişi ağaçların kesilmesinin Resul'ün kendi içtihadı olduğunu ifade etmişlerdir. (195)
*
Bizce Kıyamet suresi'ndeki okuma, vahiy veya Kur'an ile ilgili bir okuma değil, "amel defterleri" ile alakalı bir okumadır. Burada okuyan da Rasulullah değil, insanoğludur. Üstelik buradaki ifadeler insanoğlunun durumundan sitayişle değil, olumsuz bir dille bahsedilmektedir.
Bu nedenle ilgili pasajın şu şekilde anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz: "Ey insanoğlu, yapıp ettiğin, yapmayıp geri bıraktığın her şey sana haber verilecektir. Herkes kendi nefsinin ne olduğunu, neler yapıp ettiğini bilecektir. Birtakım özürler, bahaneler ortaya atsan da durum değişmeyecektir. Bu nedenle, amel defterinde ne yazdığını öğrenmek için acele etmenin, dilini depreştirmenin, kendi kendine konuşmanın bir faydası olmayacaktır; tüm bilgileri toplama ve açıklama işi Allah'a aittir, bundan kaçmak mümkün değildir. Bundan sonra insana düşen, sonucun açıklanmasını beklemektir. Sonucu açıklama ise Allah'a aittir. Gerçek böyle olmasına rağmen siz çabuk olanı seviyorsunuz, ahireti bırakıyorsunuz. (212-213)
*
Kur'an geneline baktığımızda, Peygamberimiz'in gelen vahyi ezberleyememek veya unutmak gibi bir sorunun olmadığını, hiçbir zaman böyle bir problem yaşamadığını, bu konuda büyük bir güven ve eminlik içinde bulunduğunu görüyoruz. (217)
*
Klasik yorum, Kıyamet suresi'ndeki pasajı, "Resulullah'ın, gelen vahyi unutmamak maksadıyla dilini hareket ettirerek ezberlemeye çalıştığı, Allah'ın ise onu böyle yapmaması için uyardığı, o vahiyleri kalbine yerleştirecek, toplayacak olanın Kendisi olduğunu ifade ettiği şeklindedir. Arkasından bu pasajla bağlantıyı koparmamak için Taha/114'te de Peygamberin unutmamak için kendi kendine okumaya çalıştığı ifade ediliyor. Taha/114'ü 113. ayetle birlikte okunduğunda, böyle anlaşılmasının mümkün olmadığı ve burada dile getirilen konunun vahyin insanlara ulaştırılması ile ilgili olduğu açıkça anlaşılır. (221)
*
Vahiy kelimesi Kur'an'da -kök anlam çerçevesinde- birçok anlamda kullanılmaktadır; mesela "şeytanın iğvası" da vahiy kelimesi olarak ifade edilmektedir. Aynı şekilde Allah'ın bilgisi, iradesi ve bu bilgi ve irade çerçevesinde yönlendirmesi şeklinde anlayabileceğimiz birçok ifade daha vardır. Bu anlamda Allah, İsa'nın havarilerine (5:111), Meryem'e (3:45-49), Musa'nın annesine (28:7), arılara (16:8) ve göğe (41:21) vahyetmektedir. (224)
*
Hikmet kelimesinin Resulullah'ın hadislerinde bile İmam Şafi'nin iddia ettiği anlamda kullanılmadığı biliniyor iken (böyle bir kullanım olsaydı Şafii ve takipçileri mutlaka aktarırdı), bu kelimeye sünnet ve hadis anlamı vermek nasıl mümkün olmaktadır? Bunu önyargı ve cemaat taassubu dışında başka bir yaklaşımla izah etme mümkün değildir. (243)
*
İlgili ayetlerdeki Hikmet terimi, İmam-ı Şafii'nin dediği anlamda sünnet anlamında olsaydı, Ahzab/34'te ifade edilen hikmet kelimesinin de "sünnet" anlamına gelmesi gerekirdi ki böyle bir şey vakıa ile çelişmektedir. Sözkonusu ayette geçen "Evlerinizde Allah'ın ayetlerinden ve hikmetten okunanlar"dan söz edilmektedir. Aynı şekilde "Allah'ın ayetlerinden okunanlar"dan da. (247)
*
Müşriklik dinsizlik değil, Allah'ın yanında başka tanrılar edinmekti. (252)
*
Müslümanlar eski uygulamaların bir sonucu olarak, Ramazan gecesi eşlerinde uzak duruyorlardı ve kendilerini sıkıntıya sokuyorlardı. Ayet (2:187) bu sıkıntıyı giderdi, ibadette aşırı gitmeyi önledi.
Aynı şey hac için de geçerliydi. Allah, "insanların yaptığı gibi yapın"(2:189) diyerek haccın genel uygulamasında hiçbir değişiklik yapmadan olduğu gibi uygulanmasını istiyordu. Hac ibadetinin şeklinde herhangi bir değişiklik yoktu. Önceden Allah'a ve putlara belki ortak ibadet ve dua yapılırken Kur'an, ibadetlerin yalnızca Allah'a has kılınmasını istiyordu. (253)
*
Bütün siyer kitapları, inansın inanmasın, Mekke'lilerin Kabe'de namaz kıldıklarından söz ederler. Özellikle ilk müslümanların Kabe'de -içi putlarla dolu olduğu halde- namaz kıldıkları yoğun olarak ifade edilir. (255)
*
Aslında kudsi hadisleri kabul etmek, bu hadislerin dışındaki Peygamberin söz ve davranışlarının vahiy ürünü olmadığını kabul etmek anlamına gelir. Bunun bir yansıması olarak, ahkam ile ilgili Resul'ün söz ve davranışlarının Kur'an gibi bağlayıcı olamadığını ikrar anlamına gelir. (280)
*
İlgili ayet gelmeden önce Cuma namazı kılınırken bazı müslümanlar ticaretlerine, alış-verişlerine devam ediyorlardı. Peygamber bu durumdan rahatsızlık duysa bile, konuyla ilgili bir vahiy bulunmadığı için bir şey söylemiyordu. Veya -elimizde herhangi bir veri yok ama- durumla ilgili genel bir eleştiri yapsa bile muhataplar üzerinde tam bir etki oluşturmuyor olabilirdi. Resul'ün, Kur'an dışındaki söz ve davranışları vahiy olsaydı, Resul'ün bunu duyurması yeterli olacaktı. (324)
*
İmam Malik'in Muvatta'ından bir rivayet:
"Resulullah (sav) Uhud şehitleri için, "Bunların lehinde (Allah katında) şehadet ederim." deyince, Ebubekir, "Ey Allah'ın Resulü! Biz de onların kardeşleri değil miyiz?" der. Bunun üzerine Resulullah (sav) şöyle buyurur: "Doğru, fakat benden sonra neler yapacağınızı bilmiyorum ki..." (338)
*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder






Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...