18 Mayıs 2020 Pazartesi

Kutsal Sekülarizm Kitabından Kesitler

İktidar alanlarının sınırlarını koruyan düşünceler metafizikleştirilmekte ve nihayet sorgulama yapmak
istediğinizde, "vatan hain"liğinden "Allah'a (cc) isyan"a kadar negatifleme gündeme gelebilir. (39)
*
Durmadan Batı'dan niçin geri kaldığını sormanın ve bunu bir kapris haline getirmenin bir anlamı yoktur. Ortada bir yol ayrımı vardır ve bunlar arasındaki tercihimiz yolumuzu da belirleyecektir. Ya özne olur "tarihe gireriz" ya da nesleşir "tarih oluruz". (39)
*

Sekülerliğin içeriğine dair en net verileri Batı'nın tarihsel ve düşünsel çerçevesi içinde bulmaktayız. Bu açıdan Batı tarihine kısaca göz atmamız gerekecektir. Latince kökeni itibariyle "saeculum" kelimesinden türeyen seküler kavramı, anlamca müphemlik taşımaktadır. Kelime bir "zaman"a işaret ettiği gibi dünya ile ilgili negatif bir anlamı da içinde barındırmaktadır. Mesela, bu dünya şeytan hakimiyetindedir gibi. 17. yüzyılda, arazilerin kiliselerden sivil kontrole (burada sivil alanın da alan ayrışmasına paralel Batı'nın yaşam tecrübesi içinde geliştiğine dikkat edelim. M.T) geçişini ifade etmek üzere "sekülerleşme" terimi kullanılmıştır. Benzer bir şekilde, seküler sıfatı çok geniş bir dünyada yaşayan (kilise dışında M.T) clergy'yi manastırda yaşayanlardan ayırt etmek üzere kullanılmıştır. 1755'de ise Samuel Johnson sekülerleşmeyi dünyaya ait kılmak olarak tanımlamış ve bu mana 18. yüzyılda baskın hale gelmiştir. Daha sonraki süreçte ise sekülerlik, sanat, edebiyat, eğitim, felsefe, ahlak ve genel olarak kültürde dinin etkisinin azalışını ifade eder olmuştur. Bu bağlamda sekülerleşme endüstri toplumu ve kültürün modernlşemesinin kaçınılmaz bir karakteri olarak da görülmektedir. Sekülerleşme anti klerik ve ilerlemeci çevrelerde modern insanın dini bağlardan kurtulması olarak tanımlanırken, geleneksel ve kilise ile bağlantılı çevrelerde hıristiyanlıktan uzaklaştırma ve paganlaşma olarak görülüp saldırılmaktadır. Shiner de bununla dinin gerilemesini işaret ettiğini belirtir ve sembol, doktrin ve kurumların eski prestijlerini kaybettikleri ve son noktasında dinin yoğunluğunun azaltıldığı toplumları kasteder. Bu bağlamda Yinger de sekülerizmin , din ve dini mülahazalar -Tanrı ve gelecek hayatla ilgili- ihmal edilmeli ya da dışarıda bırakılmalıdır, öncülüne dayandığını belirtir. Herberg ise sekülerizmin din gibi bir şey olduğunu söylemektedir. Ona göre sekülarizm dinin antitezi değildir fakat din formunda bir şeydir ve hayatın diğer parçasıdır. (44)
*
Mesela; kilisedeki işini kaybeden kişiye "sekülerleşmiş" denir. Fakat bu durum onların dini inançları olmadığı anlamına gelmemektedir. Aktivitelerin dini karakterden dünyevi karaktere dönüşmesi. Mesela, yemek pişirme, dans, ziraat, askeri teknoloji gibi. Mentalite açısından, ilgilerin dini olandan en yakına (bu dünyaya) yönelmesi anlamına gelir. (44)
*
 Hz. İsa'da sonra Roma İmparatorluğu içinde illegal olan Hıristiyanlık, 300 yıldan sonra resmi olarak kabul edilinceye kadar Roma'nın seküler kurumsal yapısından etkilenmiştir. (45)
*
Sorunu daha sağlıklı tartışabilmek açısından, "İnsan Nereli?" sorusuna cevap aramalıyız. Hiç şüphesiz bu soruya seküler (dünyevi), materyalist ve ateist ideolojiler "dünya" diye cevap vermek zorundadırlar. Onların ahiret gibi bir açılımları söz konusu değildir. Hayat onlar için "dünya" ile sınırlıdır. Dolayısıyla bu ideolojiler tüm referanslarını "dünya"ya yapmak durumundadırlar. Ancak kadim gelenekler ve dinler için dünya bir geçiciliği ifade eder ve asıl hayat öbür taraftadır. Bu durumda insanın büyük oranda "oralı" olduğu ifade edilmektedir. Nitekim "dünya ahiretin tarlasıdır" gibi hadisler, "dünya bir kapısından girilip diğer kapısından çıkılan handır" gibi sözler bunu doğrulamaktadır. Öte yandan Kur'an'ı Kerim'in farklı ayetlerinin dünyanın geçiciliğine yaptığı vurgu da bu ana fikri işlemektedir. (47)
*
Ebu Hanife, Hz. Ali'nin Haricilere karşı takındığı tavırla büyük günah işleyenin mü'min olduğuna işaret etmesini dikkate alarak onu Ehl-i sünnetin öncüsü saymıştır. (66)
*
Tanrı, insana, tarihe ve topluma her an müdahildir. Deist, inanışının aksine bir kere yarattıktan sonra kenara çekilmemiştir. O, "salih kullarının yeryüzüne mirasçı olmalarını ister". (89)
... Deistik düşüncede  Tanrı'nın tarihe herhangi bir müdahalesi yoktur....
*
Bir din, kendisine yöneltilen soru ve meydan okumaları absorbe edebildiği oranda yeterli olacaktır. (91)
*
Hasan Hanefi (İslami Sol'un önemli isimlerindendir) metinden gerçekliğe değil, gerçeklikten metine gitme yöntemine vurgularken, Kur'an'ı Kerim'e sorular sormakla bu güncelliği yakalamayı önermektedir. Hanefi'ye göre, Kur'an'ı Kerim'e indiği dönemde sorular sorulmaktaydı. Mesela "sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: ..." bunlardan birisidir. Bugün de biz Kur'an'ı Kerim'e güncel sorular sormalıyız. Sözgelimi; "sana sömürgecilikten soruyorlar. De ki: ...". İşte bunun cevabı bugünden üretilecektir. Şüphesiz bu soruları işsizlik, emek, kapitalizm vb. şeklinde çeşitlendirmek mümkündür. İşte müslümanların, kendileri dışındaki perspektif ve düşünceleri okuma ve değerlendirme zorunlulukları tam da bu noktada başlamaktadır. (91)
*
Marx, bir yandan dinin kalpsiz bir dünyanın kalbi ve vicdanı olduğunu vurgularken, diğer yandan onu kitlelerin acılarını dindiren, onları uyuşturan bir afyon olmasına dikkat çekmektedir. Marx, burada dinin özgürleştirici, aktive edici olmaktan ziyade pasifleştirici özelliğini tartışır. Aynı şekilde, Feuerbach'ın "Tanrı insanı değil, insan Tanrı'yı yarattı" sözü bu bağlamda da düşünülmelidir. (93)
*
Türkiye'de bir din olarak İslam'ın ne dediği değil, ne demesi gerektiği tartışılmıştır ki, sağcılık bu çizgi ve sınırlarla örtüşmekteydi. (95)
*
Liberal ve kapitalist değer ve yaşam biçimleri, muhafazakarlık da dahil olmak üzere farklı kategorilerin koruması, çeperi ve etiketi altında kendisini gizlemeyi başarmış; bu değerlerin tüm aparatları ideolojik ve dinsel kümelerin ortak elemanları haline gelebilmiştir. (100)
*
Hz. Muhammed'in sade, paylaşımcı ve adalet üzere dayalı yaşamı, müslümanların teoride referansları olmaya devam ederken, pratikte sınıfsal yaşam tarzı "İslami" etiketli olarak tüketime sunulmuş bulunmaktadır. Reklamlarda markalı, başörtüsü üzerinden insanlar "sınıf"lanarak sirkülasyona sokulmakta; "tekbir" bir manifestoyu ifade eder olmaktan çıkarılarak, üst sınıflara dindarca tırmanmanın risksiz yolu haline gelmekte; tüketim alışkanlıkları dönüştürülmektedir. Mahallenin birbirine fiziksel teması mümkün kılan yapısı dağıldıktan bu yana, şimdi güvenlikli, berkitilmiş evler sınıfsal ayrımları pekiştirir görünmektedir. Halbuki kendisini "Altın Çağ"a referans yapanların, gündelik yaşam dili farklı olmalıydı. (100)
*
Reklam kampanyalarının en önemli özelliği, malı satmak için beğeniye sunmak üzere ambalajlamak ve tüketiciyi risksiz bir şekilde karlı çıkacağına ikna etmektir. Ambalajlanmış, her türlü yaşam biçimine uygun İslamlar artık tüketime hazırdır. İman garantili, üstelikte ÖTV indirimli. (101)
*
Dinin öte dünyalaşması/uhrevileşmesi, yani bu dünyadaki işlevlerinden koparılarak ruhanileştirilip sınırlanmasının, kapitalizmin işlerini kolaylaştırdığı, muhafazakar, dindar kesimlerde gözden kaçırılan ya da paranteze alınan noktalardan birisidir. (102)
*
Kapitalizmin sinsi ilerleyişi, tüm muhalefeti de sisteme dahil ederek, din ve ideolojilerin merkezine yerleşmektedir. Bu bağlamda din formatlı kapitalizmler, meşakkatsiz müslümanlığın mümkün yollarını da göstermektedir. (103)
*
Açıkçası evrensellik iddiasında olan İslam'ın küresel ölçekteki yoksulluğa karşı somut önerisi nedir? 828 metreyle dünyanın en büyük kulesini yapan müslümanlar nasıl bir İslam imajı vermektedirler? Sadece camlarının temizliği için 7.5 milyon dolarlık bütçenin ayrıldığı kule ile Afrika'daki insan manzarası arasında varolan, giderilmesi imkansız çelişkiye bakanlar İslam'ın adalet ve paylaşım ilkesinden neleri görecekler? Müslümanlara niye güvenecekler? Ve en önemlisi İslam'a neden inanacaklar? (104)
*
Nitekim Ülken'e göre, İbn Rüdş, rönesansın mübaşiri ve devrinin hatta Ortaçağ'ın en mütefekkiridir. Quadriye'ye göre de, İbni Rüşd'ün diğer büyük meziyeti kelamcılara karşı felsefenin sarsılmaz savunucusu olması, hiçbir uzlaşmaya razı olmaması ve bu hususta bütün eserlerinde gösterdiği vuzuhtur. Burada da açıkça felsefe ile rasyonellik arasındaki ilişkiye özel bir vurgu görülmektedir. (112)
*
Avrupa Birliği İbni Rüşdü Avrupa'nın fikri mimarlarından biri olarak kabul etmiştir. (113)
*
Felsefe seküler ve insan merkezli bir içeriğe sahiptir. Halbuki İslam düşüncesinde felsefenin yerine hikmet vardır. Hikmet, vahyin ışığı altında insanın düşünsel üretimleri olarak tanımlanmakta ve dolayısıyla din ile hikmet (felsefe) arasında bir zıtlaşmanın olmayacağı savunulmaktadır. (115)
*
İbni Rüşd, önyargılı olarak toptan kabul veya toptan reddedici değil eklektik düşünmektedir. Vahiy merkezli dinin idealleriyle insan merkezli olan felsefenin ideallerini bağdaştırmaktan şiddetle kaçınan müellif, her bir vakıayı kendi bağlamında ayrı kategorilerde değerlendirmemiz gerektiğinden yana bir tavır sergiler. (116)
*
Profane, tapınak anlamına gelen fanun kökünden gelir. Tapınak dışında kalan kısma profanun denir. (133)
*
Kur'an-ı Kerim'de "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" ifadesindeki ibadet kavramı, insan hayatının bütününü kapsamı içine alan bir imaya sahiptir. (138)
*
İslam, insanın temel ihtiyaçlarını gösterişten uzak ve israfa kaçmadan giderilmesini öngörmektedir. (158)
*
Dünyevileşme, ahiret hayatı ve hesabını flulaştırarak kişiyi dünyevi haz ve yaşamın içine hapsetmektedir. (169)
*
"Akan suda abdest alırken bile suyu israf etmemek gerekir" formülasyonunun belirlediği bir geleneğin sahibiyiz. Ancak gelinen noktada, belirli markalardan mallara sahip olmak için büyük paralar harcayan ya da bunu giderek idealleştiren bir duruma doğru dönüşüm gerçekleştirmekteyiz. Takım elbise, kıravat, başörtüsü, ayakkabıya kadar marka tercihleri ve yönelimleri, artık ihtiyaç sınırlarının çok ötesinde sınıfsal bir yaşam tarzının içselleştiriliyor ya da idealleştiriliyor olduğunun göstergeleri gibi okunabilir. Şüphesiz bu, kaliteli mal seçiminden farklı bir durum ifade etmektedir. İnsanların tatil yeri tercihlerinden giyim ve giyeceklere kadar markanın bir takıntı haline gelmesi, İslam'ın temel ruhu, geleneği ve müslümanların dindarlık ve dünyevileşme konusunda oldukça negatif mesajlar vermektedir. (170)
*
Markanın bir takıntı haline getirilerek, sınıfsal bir yaşam tarzının müslümanların yaşamlarına eklemleniyor oluşu, hırsı ve tüketimi körüklediği gibi, kanaat ve paylaşmayı da gündelik yaşamdan ve kullanılan dilden uzaklaştırmaktadır. Fakat asıl tahribatın zihinlerdeki dönüşüm olduğunu özenle belirtmeliyiz. (170)
*
Çağımızda başarı giderek dünyevileşen bir içeriğe sahip kavram haline gelmiş bulunmaktadır. Bunu gerek iş dünyasındaki bazı anlayışlar, gerekse sınavların özgül ağırlığını aşan anlamı, gerekse NLP kurslarına yoğun ilgi gibi konular üzerinden takip etmek mümkündür. (171)
*
Toplumumuzun ve dindarlığımızın giderek dünyevileşmesi alt, orta ve üst düzeyde "dindar kapitalizmler"i ortaya çıkarmıştır. Ahlaki ilkeler giderek zayıflarken, çeşitli ibadet ve ritüellerle kendisini ve dindarlığını tatmin eden, hatta geceleyin teheccüd namazına bile kalkan; ancak gündelik olayalar, dünya gündemi ve stratejiden habersiz, dindarlığın zahiri boyutuyla görünür olan bu insanların zihinsel kırılmaları da hızlanmaktadır. (171)
*
Başarı için gösterilen çabalara dair gazete ve tv'lere yansıyan beyanlara bakacak olursak, 1 yıl boyunca misafir kabul etmeyen, sosyal yaşamları iptal olan, psikolojisi bozulan aile ve çocuklar, topluma ileride ortaya çıkacak yeni sorunlar olarak ağır bir maliyetle döneceklerdir. Tüm bunları bir kenara bıraksak bile, başarının dönüşen anlamı, dünyevileşme ve yaşanan zihin kırılmalarını ne yapacağız? (171)
*
Eğitimde ve hayatta her şeyin iyi bir meslek sahibi olmaya ve para kazanmaya odaklandığı bir durumda, ahiret ve uhrevi başarı ise ihmal edilen bir unsur olmaya devam etmektedir. (172)
*
Postmodernliğin mantığı gereği, herhangi bir meta anlatı, hakikat diye iddia edilemez. Aslında bakılırsa herhangi bir dinin ya da ideolojinin hakikat iddiası olamaz. Yakın zamanlarda "Allah indinde yegane din İslam'dır" ayetinin camilerde zikredilip zikredilmeyeceğinin tartışmasının yapılması da böyle bir mentaliteden beslenmektedir. (173)
*
"Doğru" kendisine ulaşılmayı ve keşfedilmeyi bekleyen değil, duruma ve konjonktüre göre yeniden inşa edilen bir olgu olarak tanımlanmaktadır. Doğrusu postmodernleşen bir dünyada, doğru ve onun yanlış ile olan sınırlarına dair bulanıklıklar seküler bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. (173)
*
Bundan sonra insanlığıve özelde dindarlığı bekleyen en önemli tehlike, insanların hayatlarında doğru ve yanlışlarına ait sınırların kaybolmasıdır. Bu sınırlar yok olduğunda, ahlaki bir yaşamın standartları kaybolacağı gibi, son derece pragmatist, bencil, duruma göre şekil alan insanlar ve dindarlıklar ortaya çıkacaktır. (174)
*
Bugün dindarlığın yaşadığı en önemli handikaplar, içerik boşalması, kalite gibi sorunlardır. Dünyevileşmenin pratikte dünyaya odaklanmış bir yaşamın getirisi olan bu sorunlar, dindarlıktaki görünürlüklerin artması karşısında bazen farkedilmemekte, bazen de gölge de kalmaktadırlar. (174)
*
Sosyal değişme, toplumların tarihsel süreç içerisinde kaçınılmaz olarak yaşadığı bir olgudur. (176)
*
Modernite, kilisenin (hıristiyanlığın değil) despot tanrısı yerine seküler, soyut insan aklının merkeze alarak bir bakıma despotizm üretmiştir. (180)
*
Modernleşme, Batı aklını evrenselleştirip merkeze alırken, bununla aynı zamanda tüm dünyanın Batı'nın geçirdiği evreleri geçirip modernleşeceği temel fikrini dillendirmekte ve bu fikirle sömürü ve işgalleri meşrulaştırmakta idi. Bugün Amerika ve Avrupa ülkelerinin Irak'ı işgali de demokrasi gibi meşru bir mazerete dayandırılmak istenmektedir. (181)
*
Modern kültürün doğasında özcülük ve indirgemecilik söz konusudur. Fenomenleri, nesneleri farklı boyutlarından sadece birine indirgeyerek tanımlar ve bunların o nesne ya da fenomenin özü olduğunu iddia eder. (182)
*
Charles Taylor modernliğin şu sıkıntılarından bahsetmektedir: İlki, bireyciliktir ki, görüş açılarının yitirilmesine, hayatın anlamının azalmasına ve topluma karşı kayıtsızlığa sebeb olmaktadır. İkincisi, dünyanın büyüsünün çözülmesi ile araçsal aklın öncelik kazanması, böylece çevredeki varlıkların, varoluş zincirlerindeki konumlarının getirdiği önemi kaybetmeleri, farklı tasarılar için ham madde ya da araç olarak görülmeye başlanmalarıdır. (183)
*
Postmodernizmin temel kavramların biri olan hipergerçek de, gerçek ile gerçek olmayan arasındaki çizginin bulanıklaştığı bir durumu ifade etmektedir ki, burada "hiper" öneki, gerçeğin bir model uyarınca üretilmesiyle ortaya çıkan gerçeğin, gerçekten daha gerçek olduğunu ifade eder. (185)
*
Postmodernliğin önemli teorisyenlerinden olan Baudrillard, tanrının yeryüzünden çekişi ile insanın gerçeklikle yüz yüze kalışını bir problem olarak görür. Çünkü gerçeklik ilahi bir otorite tarafından vazedilmemekte ve her tür insani tasarrufa açık hale gelmektedir. Baudrillard, bugünün en temel hastalığının gerçekliğinin üretimi ve yeniden üretimi olduğunu söylerken aslında probleme işaret etmektedir. (185) 
*
Postmodernlik, özne fikrini de olumsuzlamaktadır. Dolayısıyla o özneyi ya da benliği tahrip etmektedir. Bu bağlamda bir metnin yazarından ve yazarın ortaya koymak istediği muradından söz edilemez. Bir başka deyişle, metnin okuyucuya söylemek istediği bir şey yoktur. Metni her farklı okuma ile üretilen anlamlar vardır. Bunun sonucu modernistler, ampiristler ve pozitivistler tarafından tanınamayacak merkezsiz bir özne, ortaya çıkmakta olan (emergent) bir özne olacaktır. Bu, tarihin "büyük adamlar"ı üzerinde değil marjinlerdeki gündelik hayat üzerinde yoğunlaşan, kimliksiz postmodern bir öznedir. (186)
*
Postmodernizmin zaman kavramına yaklaşımı da farklıdır. Öncelikle postmodernite, tarihi dün ile yarın arasındaki an'a indirger; zaman homojen, evrimsel, amaçlı ve düzenli bir şey değil, eşitsiz, çapraz, çok katmanlı ve hizası bozuk bir şey olup çıkar. Dolayısıyla hiper-uzam yaratılabilen ve yok edilebilen bir şeydir. Zaman postmodern mentalite çerçevesinde düzenliliğini kaybetmenin yanı sıra birbiri ile ilintisiz "an"lar haline gelmektedir. "An"lar arasında bu bağlamda bir tutarlılık olması gerekmez. Dolayısıyla bu zamansallık içinde yaşayan, insan, dün, bugün ve yarın arasında bir tutarlılığı aramaz. Her "an"da diğerinden bağımsız olarak bir başka anlam ve gerçeklik inşa etmek mümkün hale gelmektedir. (190) 
*
Postmodernlik, bilindiği üzere, metinde bir düzenlilik ve tutarlılık olmadığını savunmanın ötesinde, istikrarsızlığı önermektedi. (195)
*
Postmodernliği anlatırken, onun bir karakteristiğinin de zamanı bağımsız "an"lara dönüştürmesi olduğunu belirtmiştik. Bu, insanın zamandaki süreklilik ve tutarlılığın bozulması anlamına gelmektedir. Bir "an" öncesi ile sonrası arasındaki bir bütünlük, devamlılık olmadığından konjontürellikler üretmektedir. (196)
*
Meta-anlatıların en önemli özelliği, parçaların bütünün perspektifi yansıtması ve onun hedeflerini gözetmesidir. (197)
*
Esasen din, sıfırdan bir toplum oluşturmaz; "mevcut" içindeki birçok unsura yeni boyut kazandırarak toplumu yeniden inşa etmeye çalışır. (253)
*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder






Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...