İhsan Fazlıoğlu’nun “Kendi dindarlığıyla ilgilenene
Müslüman, başkalarının
dindarlığıyla ilgilenene İslamcı denir” sözü, yüzeyde bir mizah ya da tipoloji gibi görünse de, derininde iki önemli yanılgı taşır. Bu yanılgılar, hem eleştirinin mahiyetini hem de sorumluluğun sınırını daraltan modern bir bireyci bakışın izlerini taşır. Birincisi, İslamcı kendini eleştirinin dışına koymaz; tam tersine, kendisini de sürekli muhasebe ve tashih süreci içinde görür. İkincisi, hem Müslüman hem İslamcı başkalarından sorumludur; çünkü Kur’an inananlara yalnızca kendilerini değil, toplumu da düzeltme görevi yükler.
Her şeyden önce “eleştiri” meselesine bakalım. İslamcı düşünce, varoluşsal olarak bir eleştiri hareketidir: hem Müslüman toplumların kendi ataleti ve yozlaşmasına hem de modern dünyanın adaletsizliğine yönelmiş bir iç ve dış sorgulama pratiğidir. Cemaleddin Afgani’den Seyyid Kutub’a, Ali Şeriati’den Fazlur Rahman’a uzanan İslamcı düşünürler zinciri, daima önce “Müslümanların neden geri kaldığı” sorusuyla işe başlamış, sonra da “ne yapılmalı”yı tartışmıştır. Bu sorgulama biçimi, kendini hakikatin tekeli gibi görmez; aksine, hakikatle arasındaki mesafeyi her çağda yeniden ölçen bir bilinç taşır. Bu nedenle İslamcılık, içkin bir eleştirellik olmaksızın var olamaz. Kur’an’ın “Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun” emri yalnız bireysel bir korunma değil, kendi nefsini ve çevresini sürekli arındırma çağrısıdır. Dolayısıyla, “İslamcı başkalarının dindarlığıyla ilgilenir” demek, eleştirinin yönünü yanlış okumaktır. İslamcı, önce kendisini dönüştürmeye, sonra topluma dönük sorumluluğunu yerine getirmeye çalışır.
İkinci mesele, yani başkalarından sorumluluk, dinin kamusal boyutunu kurar. Kur’an’da “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak” ilkesi, Müslüman olmanın içkin bir parçasıdır. Bu emir, yalnızca ahlaki bir nasihat değil, toplumsal düzenin varlık şartıdır. İyiliği emretmek, başkalarının iradesine müdahale etmek değil; onların da iyiye yönelme imkânını korumaktır. Kötülükten sakındırmak ise baskı değil, uyarıdır; insanın zulüm ve fesada karşı ahlaki bir direnç noktasıdır. Bu ilkenin özünde, “herkes kendi başına yaşasın” tarzındaki modern bireyci mantık değil, “hepimiz birbirimizden sorumluyuz” anlayışı yatar. Kur’an’da “Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin velisidir; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar” (Tevbe 9/71) buyrularak iman topluluğunun birbirini koruyan, gözeten bir bütün olduğu bildirilir.
Bu nedenle Fazlıoğlu’nun tanımı, dindarlığı yalnızca içsel bir hâl, özel bir tecrübe gibi gören modern ahlak anlayışına yaslanır. Oysa İslam’ın dindarlık tanımı, kendini bireysel alana kapatmayan, toplumsal ilişkilerde iyilik üretmeye çalışan bir yön taşıyordu. “Kendi dindarlığıyla ilgilenen Müslüman” tanımı, dini bir tür vicdan rahatlığına indirgerken; “başkalarının dindarlığıyla ilgilenen İslamcı” tanımı, sorumluluk duygusunu adeta bir “suç” gibi gösterir. Oysa Kur’an’da “insanların arasını düzeltin”, “adaleti ayakta tutun”, “birbirinize hakkı tavsiye edin” gibi ifadeler, dindarlığın toplumsal biçimlerini açıkça teşvik eder.
İslamcının yaptığı tam da budur: İyiliği toplumsal bir düzen olarak inşa etmeye çalışmak. Bu, kendi çıkarına değil, insanlığın ortak hayrına yönelmiş bir çabadır. Bu nedenle İslamcı, hem bireysel ahlakın hem de kamusal adaletin bekçisidir. Eleştirinin yönü yalnız dışa değil, içe dönüktür; çünkü İslamcı bilir ki “kötülüğü engellemenin ilk yolu onu kendi içinde tanımaktır.” Böyle bir bilince sahip olan kişi, kendini hatasız ya da üstün görmez; aksine, eleştirinin hedefinde önce kendisi vardır. Bu, İslamcı düşüncenin en ayırt edici özelliğidir: eleştiriyi imanî bir görev, toplumsal sorumluluğu ibadetin uzantısı olarak görmek.
Sonuç olarak Fazlıoğlu’nun sözü, dinin bireysel alanla sınırlı tutulduğu seküler bir çerçevenin içinden konuşur. Oysa İslam, bireyi toplumdan, sorumluluğu başkasından, dindarlığı kamusal olandan ayırmaz. Müslüman, yalnızca kendi kurtuluşu için değil, başkalarının da selameti için çabalar. İslamcı ise bu çabayı sistemli, bilinçli ve örgütlü biçimde yürütür. Bu yönüyle İslamcı, yalnız başkalarının dindarlığıyla ilgilenen biri değil; hem kendisini hem toplumu sürekli arındırmaya çalışan bir “ahlak muhasebecisi”dir.
Bu farkı görmek önemlidir: Müslümanlık bireysel bir inanç biçimi değildir; toplumsal bir ahlak düzenidir. Bu düzenin sürekliliği, eleştiri ve sorumluluk bilincine bağlıdır. İslamcı, bu bilinci diri tutan çağdaş bir figürdür: hem kendisini eleştirmekten kaçmayan hem de başkalarının iyiliğine kayıtsız kalmayan insan. Onun varlığı, dinin toplumsal yönünü hatırlatır ve modern dünyanın bireyci sessizliğini aşma çabasıdır. Kur’an’ın ifadesiyle: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanırsınız.” Bu ayet, yalnız bir ideali değil, bir yükümlülüğü dile getirir — ve bu yükümlülük, bugün en çok “İslamcı”nın omzundadır.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder