4 Eylül 2020 Cuma

Oryantalizmin Soruları - Ahmet Parlakışık

 Musiki, notalardan meydana gelir ve bu notaların düzenlenebileceği, birbirinden farklı sayısı yollar vardır. Fakat beste halindeki bir bütün, ayrı parçaların heyet-i mecmuasından daha büyük bir şeydir. Tahlil ederken, bundan bundan sıyrılan bir şey daima mevcuttur. Şiir de böyledir. Tahlil ederken, şiir


vezne veya kafiyeye göre sıralanabilir, mevzulara göre tasnif edilebilir; yazan kimsenin hayatındaki şartlara veya devrinin düşüncelerine bağlanabilir. Fakat gene de tahlilden sıyrılan bir şey vardır, tıpkı musikinin sehhar kuvveti gibi sözün sehhar kuvveti de aşk, acıma, hiddet, neşe ve keder hislerini harekete geçirme kudretine sahiptir. Şiirin tenkidi ve tahlili ile meşgul olan bir insanın bir şiir hakkında yazacağı hiçbir şey şiirin bu esaslı vasıflarına nüfuz edemez. Şiir burada, istediği gibi tasarruf edebileceği, hususi hak ve havasına sahiptir. Büyük bir şairde veya musikişinasta bulunan ve onu, nazmetmek ve nağmeler düzmek kabiliyeti bulunabilecek başka normal insanlardan ayıran bir şey vardır. (32)
*

Mesela bugün bıçak, çatal ve kaşıklarla yemek yiyoruz. İsa ve Muhammed ise parmaklarla yemişlerdi. Biz bu usullerden birinin diğerinden daha üstün olduğunu söylemiyoruz. Fakat hiçbirinin de dini bir mana ifade etmediğini iddia ediyoruz. (36)

*

Modern insanın Allah ile olan münasebeti meselesi, zamanın icap ettirdiği en mübrem meseledir. Ve eğer, çoğunluk bir cevap bulup, haklı olduklarına diğerlerini inandırmazlars, halis  maddecilik saltanatının, bir-iki asır içinde her yerde hüküm sürmesi ihtimal dahilindedir. (37)

*

Geçmişte Hıristiyanlık ve İslamiyet, Aristo'nun meydan okumasıyla uğraşmaya mecbur kılmışlar ve farklı derecelerle muvaffak olmuşlardı. Fakat sade, bazı felsefi bazı prensipleri kabul ederek, bazen de diğerlerini reddederek muvaffak oldular. Bugün de buna benzer bir gayret gösterilmelidir. Her iki din de, mebdelerine gitmek ve bilhassa bu rivayetten çıkarılan prensipleri tetkik etmek mecburiyetinde bulunmaktadırlar. (37)

*

İbn-i İshak'ın eserindeki bu gibi hiakyeler, daha sonraki hadis külliyatındakiler kadar fazla sayıda değildir, fakat daha hicri 2. asrın ortalarında Arap islamiyetinin de, kahraman etrafını, olduğu gibi kabul edildiği takdirde, onun yerine tarihte anlaşılmaz hale getirecek, inanılmaz hikayelerden bir hale sarması sebebiyle, daha eski dinlerin yolunda olduğunu gösterecek kadar fazla sayıdadır; zira, Allah'tan gelen bir kudrete sahip bir insan, niçin zilletlere ve ızdıraplara maruz kalksın; niçin bir mucize göstererek güçlüklerden bir anda kurtulmasın. Bu suretle, ağaçların yürüyerek ona gölge yaptıklarını ve ihtiyacı kalmayınca eski yerlerine döndüklerini okuduğumuz zaman, böyle mucizevi kudretler elinde ise - ki elinde olmadığını Kuran ehemmiyetle ifade eder- Araplar arasındaki çok ilahlılığa karşı ızdıraplı mücadelesinin tarihçesini izah edilemez olarak kabul etmekten kendimizi alamıyoruz. Kaldı ki araplar, eğer kendilerine bir mucize gösterirse onun risaletini kabul edeceklerini ifade etmişlerdir. (41)

*

Emeviler zamanında, peygamberin sünneti, zaten otorite olarak kabul ediliyordu. Fakat ancak Şafi'den sonra, bu nazariye, sabit değişmez bir prensibe bağlandı. (49)

*

Halbuki, daha eski külliyat, çok kere, ashabdan veya tabiinden birisinin üzerinden bitmektedir. 1890 senesinde, Goldziher, peygamberden gelen rivayetlerin, ekseriyetle, İslamiyetin birinci asırlardan kalma vesikalar olduğunu gösterdi ve çıkardığı neticeler, sonradan gelen bütün yazarlar tarafından kabul edildi. (50)

*

Rivayetler, Şafii zamanında, "ehlul kelam", yani Mu'tezile tarafından ve rivayetleri kabul edip etmelerine rağmen, Peygamberin ağzından çıkmış gibi gösterilen hadislerin, mantar gibi çoğalması karşısında, endişeye düşmüş olan fakihler tarafından, itirazlara maruz kalmışlardı. Bu fakihler, çok eski örfe ve ümmetin icmaına müracaat ettiler. Rasyonalist Mu'tezile ise bazı rivayetlerin akla muğayir bulunduklarını ve bariz bir şekilde saçma olduklarını işaret etmişlerdir. (51)

*

Müslüman hukukunun menşei, rivayette değil fakat Emevi devrinin teamülünde aranmalıdır. Rivayetlerinin büyük kısmı için, İbn Ömer'in azat edilmiş kölesi Nafi'ye (ö.117) dayanan ve dayandığını iddia etmiş olan Malik'in otoritesine ne dereceye kadar emniyet edebiliriz? Malik 97'de doğdu, Nafi ise 20 sene sonra öldü. Münasebetleri ne kadar uzun sürmüş olabilir, meselesi mühimdir. Fakat Şafii, malik'i tedlisle itham ettiği halde, Nafi ile olan münasebetinden müspet şekilde bahsetmiştir. (53)

*

Hadis üzerine, belki en öğretici kitap, İbn Kuteybe'nin Muhtelifu'l Hadisi'dir. Orada bir ravinin, müdafaa edilmez şeyleri müdafaa için, giriştiği şeyleri ve muhakemesine temel olan prensipleri görürüz. Mesela, rivayetin muarızları, bir varisin lehine vasiyet olamayacağını söyleyen hadisin, "Eğer aranızdan birinin ölmesi ihtimali varsa ve miras bırakırsa, bunu ebeveyne ve akrabalara taksim etmen sana tenbih edilmiştir." diyen Kur'an'la tenakuz halinde bulunduğunu ileri sürdükleri zaman, İbn Kuteybe, Kur'an'ın bu kanununu neshetmiş olduğunu söylemeye gayret etti; fakat, muhakemesinin ne kadar zayıf olduğunu idrak ederek, sünnetin de bazen Kur'an'ı neshettiğini ilave etti. İnsan, şeriatın dayandığı rivayetlerin selahiyeti hakkında, bundan sonra daha fazla bir şey söylemeye ihtiyaç olmadığını hissetmekten kendini alamıyor. (54)

*

Bir dilde, tabii ve bilgi verici olan kelime ve tabirler, tercümede, muğlak ve bazen de, düpedüz küfür oluyorlardı. Müslümanların da Yunanlılık ve mantıki muhakeme ile temasa geldikleri bir hakikattir. Fakat, bu tetkiler onlara yabancıydı ve her ne kadar, filozofları kendilerini Yunan tefekkürünün inceliklerine uydurmakta, dikkate değer bir gayret sarfetmişlerse de teologları, Kur'an'ın ruhuna tamamıyla yabancı olan fikirlere karşı, şiddetli bir mukavemet göstermişlerdi. (55)

*

Mu'tezile'nin çok kere, muarızlarından daha salim bir felsefi ve ahlaki mevki işgal ettikleri, son senelerde gittikçe daha fazla anlaşılmaktadır. (59)

*

(iyilik kötülük meselesi)

Şimdi, irade-i ilahiyeyle olan münasebete dönüyoruz. Her ikisinin de hudustsuz olduğu kabul edilmiştir. Fakat ahlaki bir cephe de mevcuttur. Şer, Allah'ın iradesinden mi çıkıyor? İnsanların hareket ettikleri gibi hareketlerine O mu sebep oluyor? Ve bu suretle, onların hareketlerinin Halıkı olduğunu mu göstermek istiyor? Evvela, şer anlayışında keskin bir anlayış vardır. Ehl-i sünnet ve felasife iki ayrı esas üzerinden işe başlamaktadırlar. Birincilere göre, birşey, Kur'an'da Allah tarafından fena ve hatalı gösterilmişse, öyledir. İkincilere göre ise, insan aklı, bir şeyin fena olduğunu kavramakta ve bilmektedir. Mu'tezil, Kur'an ne derse desin, iyi haddi zatında iyidir, fena da kendi içinde fenadır, diyorlar. Eğer Kur'an, yalan fena değildir, derse, onun söylediklerine emniyet edemeyeceğimizi bilmeliyiz. Eğer fena hadd-i zatında fena değilse, o zaman hastalık ve fakirlik, cürüm ve münkirlik, Allah'ın fiili demektir. Halbuki Allah'ın mahz-ı hak olduğunu biliyoruz. Kitab-ı Mukaddes'te olduğu kadar Kur'an'da da bu noktaya ait ifadeler birbirini tutmamaktadır. Kur'an'da sure 3, ayet 108 "Ve Allah mahlukata zulüm yapmak istemiyor" ve sure 4, ayet 26 "Allah size hakikati izah etmek ve sizi doğru yola sevk etmek istiyor" gibi parçalar, Kur'an'da mevcuttur. Diğer taraftan, Allah'ın insanları doğru yoldan ayırmak istediği söylenen, birçok parçalar da mevcuttur. Fakat zahire birbirini nakzeder gibi görünen, bu ifadeleri ayrı ayrı değil de bir arada okursak, tenakuz kaybolur. Bazı muasır İslam mütefekkirleri, tefsirleri redderek bu usulü bariz bir muvaffakiyetle kullanmışlardır. (61)

*

Hadis kitaplarında, birinci grup metinler, mutlak kaderden, yani cebrden, peygambere atfedilen ve insan hiçbir insiyatif bırakmayan rivayetler tarafından da desteklenmektedir. Mu'tezile "ashab el-adl ve't-tevhid" olarak şu noktaya işaret etmekten hiçbir zaman geri kalmamıştır. Eğer Allah, insanlara emirler verdiyse, kendisine itaatsizlik etmelerini istediyse ve sonra onları itaatsizliklerinden dolayı cezalandırdı ise, sure 3 ayet 10'daki "Allah kullarına karşı, zulmedici değildir" ifadesinin, hiçbir manası olamaz. (62)

*

Eş'ariler, Allah'a nisbetle herhangi bir mantıki istidlali hoş göremiyorlardı. Eğer, Allah isterse, adilleri de cezalandırabilirdi. Meselenin bu tarafı, onları, ifrata sürükledi. Öyle ki, sebeb ve illetin, meşruiyetini inkar ve kainatı manadan mahrum kıldılar. Hiçbir şeyin, kendine has bir hususiyeti yoktur, dediler. Ateş, tabiatı icabı değil, fakat Allah, arada bir yanmasını istediği için yanıyordu. Sebebiyet diye bir şey olmadığından, her şey, Allah'ın o andaki iradesine tabii idi; Bu suretle, Allah, eğer insanlara keyfi görünen bir şekilde hareket ederse, bunda mübayenet yoktu. Ona, istibdat izafe edilemez, zira kudretini istediği gibi kullanmaya hakkı vardır. Mu'tezilenin bu husustaki hükmü, Hıristiyan doktrinine benzemektedir. Yani, Allah istediği her şeyi yapabilir, fakat yapabilecekleri hepsini istemiyor. Zira eğer isteseydi, kainatı mahvedebilirdi. Mu'tezile diyorlar ki: "Allah'ın istediği olur, istemediği olmaz. Biz de Allah'a şer izafe edemeyiz." (62)

*

İslamiyetin büyük teologlarının sonuncusu olan el-Gazzali'nin, Allah ve insan arasındaki münasebet hususundaki mütalaası  Hıristiyanlık görüşüne, diğer Arap müelliflerinden daha fazla yakın gelmektedir. En büyük eseri olan İhya'nın dördüncü cildinde, insanın Allah'a karşı ve Allah'ın da insan için olan sevgisi meselesini ele alır. Allah'a karşı sevginin, insanın erişebileceği en yüksek şey olduğunu ve bunun bütün beşeri faziletleri nihai olarak ihtiva eden, bütün insan gayretlerinin zirvesi olduğunu söylemekle söze başlar. Gazzali bu iddiasının, bir hayli muhalefetle karşılaşacağını biliyordu. Zira birçok alimler böyle bir ifadede hakikat payı bulunabileceğini inkar ettiler. Ve Allah'a karşı bir sevginin imkansız olduğunu ve bunun olsa olsa Allah'ın emirlerine itaatin başka bir ifadesi olabileceğini söylediler. Burada maneviyata dayanan bir dinin deruni realitelerine muhalif, kanuni bir nizam rejimine dayanan formalistlerin aksülamelini görmekteyiz. Gazzali, düşüncelerine Kur'an'ın 5. sure, 54. ayetteki "O (Allah) onları ve onlar da O'nu seviyor" ve 2.sure 165. ayetteki "Allah'ı aşırı derecede sevenler" ifadesine dayanarak beyan eder, Sevginin tabiatını, şartlarını ve Allah'ı sevmenin nasıl mümkün olduğunu izah eder. Aşk der, güzel olan ve seyredene zevk veren şeyleri müdrik ve bu gibi şeylere deruni bir meyil duyan kimselere has bir vasıftır. Şurası aşikardır ki, beş hasse vasıtasıyla kavranamayan Allah'a karşı sevgiyle tatbik olunamaz. Gazzali, buradan da marifet, nur veya kalb dediği altıncı bir his kaziyesi çıkarıyor. Fakat bu üç kelimeden hiçbiri, bu hissi tam olarak izah edemez. Deruni hads harici idrakten daha kuvvetlidir. Ve güzellik yalnız zevahiri gören gözden ziyade, akıl vasıtasıyla daha kuvvetle hissedilir. Netice itibariyle, kalbin hissettiği asıl ve ilahi şeyler, beş hassenin iktidarı haricindedir. Gazzali, ilave eder: "Bize lütuflar yağdıran birisini sevmemiz tabiidir." Gazzali'nin bu düşüncesi "Onu seviyoruz, çünkü önce O bizi sevdi" kelimeleriyle ifade edilmiştir. (67-68)

*

Sual: Hıristiyan ve Müslüman mukaddes kitaplarından, bunları zamanlarının mahsulü, yani mahluk kabul ederek, muasır ilme uydurmak icabederse, bunlarda Allah'ın sözü olarak neler kalacaktır? Bu kitaplara zamanın ve muhitin mahsulü olarak geçen fani, yanlış veyahut hurufi unsurların hakiki ve edebi olanlarını kim ayıracak? Dini konsil ve sinodlar mı? Fakat onlardan eskiden olduğu gibi bugün dahi netice beklenemez. Luther, Abdulvahhab, Abduh vesaire gibi ıslahatçılar mı? Onları da herkes kabul etmez. Bütün teistik dinler için müşterek bir dert olduğundan, bu hususta bir Hıristiyan alim olarak fikrinizi öğrenmek istedik.

Cevap: Allah'ın insanlara hitap etmek için peygamberlere ilham verdiğine inandığım için, demeliyim ki, Allah'ın vahy ile bildirdiği sözlerinde hakiki ve ebedi olan unsurlar: Allah'ın Haliku'l küll, Adil, Rahman ve Rahim olduğuna dair talimatlar, insanı Allah'a uyarak yaşamak için yarattığına, Allah'ın imtisali ona ibadet ve amel yoluyla tahakkuk ettirerek bu dünya saadetini bulacağına ve öldükten sonra da bizzat Allah'ın huzuruna ermekle ebedi saadete kavuşacağına dair irşadlardır. Konferansımda peygamberlerin talimatlarına, muasır münevver insanların derhal gözüne çarpacak olan bazı hurafatın ve zamanlarının mahsulü olan bazı unsurların sızdığına işaret ettim. Fakat Allah, her bendesine akıl ve irade hürriyeti vermiş olduğundan, dinde ulvi ve ebedi talimatı zaman mahsulü olarak bu dini kitaplara sızan unsurları ayırd edebilmek, neye inanmak neye inanmamak icab ettiğini öğrenmek için din uleması ve sinodlar gibi harici otoritelere muhtaç değildir. Her ne kadar sinodların veya büyük din alimlerinin rehberliği uzunluk ve kısalık itibariyle farklı olan zamanlar için işe yaramışsa da, hakikat İsa'nın "Eğer birisi Allah'ın iradesini yerine getirmek isterse, mü'menibihleri bizzat kendisi öğrenmelidir" dediği gibi, Kur'an'ın gösterdiği vechiyle Müslümanlık da, mes'uliyeti insanın kendisine yükletir. (73)

*

Zeki Velidi Togan açış nutkunda bir de hadisten bahseyledi:

"Allah'a götüren yollar, dünyadaki mahlukatın nefisleri kadar sayısızdır" sözleri hareket noktamızdır, dedi. Bir kere, bu hadis vakıa sufiye kitaplarında geçer ama, mevsuk ve sahih olup olmadığı, üzerinde durmasak bile, ne lafızları, ne de manası Profesör Zeki Velidi'nin buyurduğu gibi olmadığını yine ilmin yüksek haysiyetini korumak mecburiyeti ile ortaya koymak ıztırarındayım. (95)

*

Öteden beri bir zaaf ile umumen müsabız. Tanzimattan beri Avrupa'dan, Garptan gelen incik, cincik, boncuk, ithalat çürüklerine pek bayılırız. Ne kadar uğraşsak ve ne derece iyi ve sağlamını yapsak, yerli mamlı gözümüz tutmuyor da, hep ithalat metaı arıyoruz! Zamanla geçeceğini umduğumuz bu zaaf; yalnız kesemize zarardır. Fakat, ilmi de ithalat malı şekline sokar ve yabancı alimlerin ağzından çıkanları tekel maddeleri gibi ilim inhisarı şeklinde münakaşasız, tahkiksiz, kabul ettirmeye savaşırsak bundan isabet edecek zarar kafamızadır ve ilmin haysiyetine olduğu kadar, milli şerefimize bir darbedir. İlmin ithalat metaını en küçük bir muayeneye dahi tabi tutmadan ithalatçının sunduğu gibi kabule mecbur tutulursak -ki tutulmuşuzdur- halimiz niceye varır? (98)

*

İmanımıza uygun gelmeyen fikirleri, mütalaaları da, eğer bir ilim usul  tedkikine dayanıyorsa, müsamaha ile karşılamak ve ondan sonra tenkidine girişerek ilim bakımından değersizliğini ortaya koymak gerekir. Nitekim Hüccetü'l İslam İmam-ı Gazali de feylesofların taalim ve nazariyelerinin imana ve dine hücumuna, onların usullerini tetebbu ederek ve onların silahları ile müdafaa eylemişti. "Kafirdir, garaz-ı mahsusu vardır" gibi ifadeler davayı kazandırmaz. İslam usul-i imanına mutabakat etmemiş bulunanların tetkikatına, ilmi tahkikat ile cevap vermelidir. O itibarla ben de profesörün görüşlerine, ilim ve mantık yolu ile mukabeleye çalışıyorum. (106)

*

Darwin nazariyesini olduğu gibi din kitaplarına sokmak mümkün değildir. Fakat "tekamül" esasının din kitaplarında, tabiatçıların nazariyelerinden çok daha fazla aklı tatmin edici şekilde mevcut olduğu inkar olunamaz. Dünyanın altı günde yaratıldığı Kur'an'da ve Ahd-i Atik'te vardır. (113)

*

Bilmemekliğimiz, bilememekliğimiz inkar için sebeb teşkil etmez. Nitekim, beş yüz yıl önce Amerika'daki sesin İstanbul'dan duyulabileceğini, televizyon ile operada şarkı söyleyen artistin hem kendisi görülüp hem de sesi işitileceğini iddia eden çıksaydı, deli diye tımarhaneye tıkarlardı. (114)

*

Misafire hürmet; Türk'ün milli an'anesidir ve fazlasıyla da yapılmıştır. Fakat ilmin müsbet hakikatlerine taarruz ve tecavüze sükut eylemek, ilim muhitinde, ilmin değerini mühimsemezlik manasına olacağından asla müsamaha olunmamak icap ederdi. (124)

*

İslami ilimler bu kadarla bitmez. Bilhassa tarih ve siyer üzerinde de durmak icab eder. En evvel tarih yazanlar Urve bin Zübeyr (h.94) ile Vehb bin Münebbih (h.114)'tir. "Sire"yi ilk kuran ise Zuhri olup bunu ilk tasnif eden Musa bin Ukbe (h.141)'dir. Yinr gariptir ki, İngiliz profesör hep ibni İshak'tan bahseymekle iktifa ederek nedense bu eserin müellifinin şahsiyetini tenkid babındaki tahkikattan söz açmamış ve İslam alimlerince yapılan intikat ve tahkikattan bahsetmemiştir ki, konferansını bir yanlışlıklar mecmuası şeklinde koyan sebeblerden biridir. (126)

*

Görülüyor ki, İslam hukukunun ilim olarak tedvin olunmadığı iddiası tamamıyla hakikatin muhalifidir. İslam hukuku; gerek esas ve asılları, gerek teferruatı bakımından dünya üzerinden mevcut bütün hukukların hepsinden fazla incelenmiş ve çok sağlam prensipler, kaideler, ve hükümler ile tedvin edilmiştir. İslam hukuk tarihinin yazılmadığı iddiası da asla doğru değildir. Gerek eskiler, gerek asrımızın muhakkik ilim adamları, İslam hukuku tarihinin incelenmemiş, tasnif olunmamış hiçbir tarafını bırakmamışlardır. İslam ilimleri ve hukukunun, Emeviler devrinin taamülat ve adatı ile tekevvün eylediği hakkında profesörün müddeiyatı böylece red ve cerh olunmuş bulunduğunu ümit ederek bu vadide sözü şimdilik uzatmıyorum. (127)

*

Kur'an; dinin esası, hikmetin kaynağı, risaletin beyanı ve bütün şeriatın cami kudsi kitabımızdır. Onu hakkıyla bilen kimse, şeriatı her şeyi bilmiş olur. Bunu Kur'an'ın apaçık beyanıyla biliyoruz ve bir hadis-i şerifteki "işte bu Kur'an muhakkak Allahu Teala'nın sağlam habli, apaçık nuru, menfaat verici şifası, ona uyanlara masumluk sağlayan ve kurtuluşa ulaştıran kitabıdır..." gibi mevhumlardan anlıyoruz. Fukaha-yı ashabtan İbn Mes'ud (ra) da bunları tavzihan: "İlim istediğinizde Kur'an'ı ihtiyar ediniz. Çünkü onda evvelin ve ahirin ilmi mevcuttur" demiştir. (130)

*

İrab Nedir?

Arapça'da kelimelerin sonlarına, cümledeki yerlerine göre, verilen hareketlere i'rab denir. İrab, ref'i, nasb, cer(hazf) halleri olup üstün, esire, ötre denilen harekelerle, bazen de harflerle gösterilir. Gayr-i münsarif denilen bazı kelimelerin irabı başka türlü olur. Lafzi, takdiri, mahalli irablar vardır. (137)

*

Arapça kadar kaideleri bol, grameri müşkül bir lisan yoktur. Yığın yığın kaideler ve kaide-dışı haller, şazlar vardır. Kelimede bazen harf kaybolur, sonra yine meydana çıkar. İlal ve idgam bahisleri çeşitli kaidelerin kurulmasına rağmen, yine bir türlü bitmez. Müstesnalarla doludur. Müstesnanın msütesnası vardır.

Bu lisan, çöller kadar serazad, zapt ü rapt altına alınması güç bir kavmin lisanıdır. Edebiyat hayatın ifadesi olduğuna göre, lisanda da kendini gösterir. Muhtelif kabilelerde lehçeler değişir. Kaideler de bittabi ona göre olur. (137)

*

Şakku's-sadr (göğsün yarılması) namı ile anılan bu hadise, Cehm b. Ebi'l Cehm adında birisinden rivayet edilerek kitaplara alınmıştır. Bu rivayete yer veren Muhammed b. İshak'tır. Bu suretle de İbni Hişam'ın adı geçen kitabına girmiştir. Ancak birinci zat, hadis alimleri arasında pek tanınmamaktadır. Bu itibarla da, bu rivayet fazla bir değere sahip değildir. İslam alimleri şakku's-sadr hadisesini diğer sahih rivayetlerin, şerhu's-sadr (göğsün genişlemesi) manası ile birleştirmektedir. (161)

*


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder






Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...