10 Temmuz 2021 Cumartesi

Vasat Ümmet - Dr. Ahmet ÖZ

- Konuştuğumuz dil olan Türkçe sözlüklerde "vasat" kelimesi, "orta" anlamında kullanılmaktadır.


"Vasat insan" veya "vasat öğrenci" dediğimizde, ne iyi ne kötü, orta halli insan anlaşılır. Aynı şekilde herhangi bir eşya için de "vasat" dendiğinde, o eşyanın ne işe yaramayacak kadar kötü ne de çok iyi bir kalitede olduğu ifade edilmiş olur. Biz bu çalışmamızda "vasat" kelimesini bu anlamda değil de "olması gereken en ideal durum veya davranış" anlamında kullandık. (11)

- Mizan için örnek; 

1964 yılında Bermuda adasına, yanlışlıkla getirilen bir böcek, beş yıl kadar bir sürede, sedir ağaçlarının %85'i gibi önemli bir miktarını yok eder. Bu felaketi durdurmak isteyen yetkililer, ağaçları yokeden böceği yiyen ve fakat ağaçlara zarar vermeyen bizdeki "teke" böceğine benzer bir böceği ve "hymenoptera" adlı paraziti bölgeye sokarlar. Fakat önceleri karıncaları yemesi için ithal edilen bir kertenkele de aynı bölgede yaşamaktadır. Kertenkeleler yeni gelenleri daha lezzetli bulduklarından karınca yerine onları yemeye başlarlar. Böylece sayıları gittikçe artar. Bu durumun farkına varan hükümet yetkilileri, bu kez de kertenkelelerden kurtulmak için onları yediği bilinen iki yüz çift "kiskadee" adlı bir kuş türünü ithal ederler. Fakat kiskadeler de aynı kertenkeleler gibi plana uymayıp, türü sadece Bermuda'da bulunan "vireo" kuşunun yavrularını yemeyi tercih ederler. Sonuç olarak, kiskadelerin sayısı yüz milyonun üstüne çıkar. Vireo kuşu önemli önemli ölçüde azalır. Ortadan kaldırılması düşünülen böcekler, ağaçları yemeye devam ederken, kertenkeleler yine bildiklerini okurlar."

Yukarıda da ifade edildiği gibi ekolojik denge bir kere bozulduğu zaman, zincirleme olarak yeni dengesizlikler ortaya çıkmaktadır. (33)

- Zalimin zulmüne engel olduğu için yargıçlara "hakim" denmiştir. (41)

- Tağut, insanın aklın ve dinin belirlediği sınırın dışına çıkmasıdır. Tağut, aşırı zulmeden, Allah'a karşı büyüklenerek, yerine getirmesi gereken kulluk görevine karşı direnen kimsedir. (49)

- "İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten sakındıracak bir ümmet (bir topluluk) bulunsun" (Al-i imran:104)

Ayetin genel manasından, buradaki "ümmet" kavramı ile toplumu eğitecek aydınlar grubunun kastedildiği anlaşılmaktadır. Bunların, toplumu ayakta tutan, ahlaki, hukuki ve siyasi değerleri topluma öğreten, eğiticiler grubu olduğu söylenebilir. (57)

- İnanan insan, hiçbir maddi güce sahib olmasa bile, Rabbinin vaadine güvenerek bütün zalim güçlere karşı meydan okur, kendilerini ilahlaştıranları ve onlara uyanları tanımadığını ifade eder. İşte bunun içindir ki, mele' ya da müstekbirler, kalabalıkları etkilemek için, sahip oldukları servet ve makamları ileri sürerek büyüklenir ve inanan insanlara bu yolla saldırılarda bulunurlar. Aslında bu, müminlere karşı duydukları aşağılık duygusunu değişik bir dille itiraf etmelerinden başka bir şey değildir. (66)

- Mele' eskiden olduğu gibi günümüzde de sistemlere göre değişik niteliği sahiptir. Sözgelimi bunlar, kapialist toplumlarda daha çok sermaye sahipleri, faşist sistemlerde diktatör ve çevreleri; askeri dikta ile yönetilen yerlerde ordunun ileri gelenleri; İslam'da ise daha çok alimler ve fazıllardan oluşan şura veya hal ve akd ehlidir. (67)

- Mekke'li müşrik liderlerin, vahye karşı çıkarken kendilerini buna sevk eden sebep, onların büyüklük taslayarak, Resulullah (sav)'i ve ilk inananları küçümsemeyenleriydi. (67)

- Kur'an-ı Kerim'de zikredilen, İslam'a itirazda bulunmayan tek mele', Hz. Süleyman zamanındaki Sebe Melikesi Belkıs'ın mele'sidir. (68)

- Habib ibn Mesleme'nin, Tiflis Ermenilerine gönderdiği zimmet şartlarını bildirir mektubunda "Mü'minler topluluğu (mele-i) önünde size, uymanız gereken şartları ve bu şartlar çerçevesinde vermiş olduğumuz emanı bildiren bu mektubu yazdım" şeklinde bir ifade kullanarak, yanında bulunan bütün Müslümanları mele' olarak nitelemiştir. (69)

- Mütref, şirk toplumlarında dengesiz sermaye dağılımıyla ortaya çıkan, sermayenin büyük kısmını eline geçiren sınıftır. Bu sınıf, toplumun "müstaz'af" yani fakirliğinden dolayı küçümsenen, hor ve hakir görülen kesimlerinin üzerine basa basa yükselmiş, müstaz'afların ellerindeki bir avuç malı, ezerek, sömürerek, güç kullanarak almış, sonra da elde ettiği bu mallarla azdıkça azmış şımarık kimselerdir. (70)  

- İlahi prensiplere gönülden bağlanan mü'min zenginler zekat, sadaka ve sadaka-i cariye gibi yardımlardan huzur duyar, mutlu olurlar, mutluluğu gayri meşru eğlencelerde aramazlar. 

Mütrefin ise mal ve servet sahibi olmakla böbürlenip kendilerini Allah'tan müstağni görme hastalığına sürüklenmişlerdir. Ayrıca üstünlük psikolojisi içerisinde kendilerinden başkalarını beğenmeyip küçümsemiş ve her konuda kendilerini haklı sayarak resullerin getirmiş olduğu Allah'ın dinine karşı çıkmışlardır. (71)

- Mütrefin tarih boyunca insanlığa gönderilen her rasule maddi servetleriyle karşı durmuşlar, Allah'ın kendilerine nimet vermesinin kendilerinin iyi kimseler olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de onlardan şöyle bahsediyor:

"Biz şirke dalmış hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın mütrefleri (varlıkla şımarmış kimseleri): Biz sizin getirdiğiniz şeyi inkar ediyoruz, derler. Her seferinde de, 'biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğratılacak değiliz' derler.(sebe:34-35) 

Kurtubi, Katade'den rivayetle, ayetlerde geçen "mütrefiha" kelimesini şöyle açıklıyor: "Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları peygamberlere dediler ki: "Eğer Allah dinimiz ve faziletimizden razı olmasaydı bu bolluğu, bu zenginliği bize vermezdi." (72)

- Melek konusu ile ilgili olarak, İslam kültürüne girmiş, ilmi değeri olmayan birçok abartılı ifadeye rastlamaktayız. Örneğin Cebrail hakkında Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetname adlı eserinde şu ifadeleri görmekteyiz:

"Cebrail'in altı yüz kanadı ve her kanadından yüz saçağı vardır. Saçaklarının uzunluğu doğu ile batı arası kadardır ve her saçağı dağları parçalayacak güçtedir. Kanatlarının her biri değişik nurdan yaratılmıştır, vücudu kardan beyazdır, ayakları da yerin altındadır. (92)

- Azrail'in, insanların canını ne şekilde aldığı Kur'an'da ve sahih hadis kaynaklarında açıklanmadığı halde, Marifetname'de şu şekilde açıklanmaktadır:

"Azrail'in önünde eceli gelenleri bildiren defter şeklinde Levh-i Mahfuz vardır. Dünyadakilerin ömürleri ağaç ve yaprakla temsil edilmiştir. Dünya da leğen gibi istediği tasarrufu yapabilecek şekilde önüne serilmiştir. Bir kimsenin eceli yaklaştığında, yaprağı sararır ve levhin üzerine düşer. Azrail bu yaprağı dünyaya götürüp o kimsenin yemeğine katmak üzere meleklere verir. Eceli gelen kimse bu yemeği yiyince hastalanır, vadesi tamam olup defterdeki ismi silinir. Meleklerden biri gidip ruhunu boğazından getirir, Azrail de elini uzatıp kabzeder, saadet ehliyse sağındaki meleklere, şekavet ehliyse solundaki meleklere verir. Azrail'in emrinde yetmiş binlerle ifade edilen melekler olduğundan, işlerini yerinden kıpırmadan yapar. (92)

- Tarikat kültüründe, Peygamberimiz (sav) hakkında sıkça söylenen "Sen olmasaydın sen, alemleri yaratmazdım ben" sözünün hadis-i kutsi olarak ifade edildiğini, aslında bunun peygamberimizi övmek adına uydurulmuş bir söz olduğunu görmekteyiz. Aynı anlayışla, Peygamberimiz (sav)'in isminin her anıldığında salavat getirmenin vacip olduğunu, hatta Allah'ın bile peygamberin ismi zikredildiğinde O'na salavat getirdiğini ifade etmişlerdir. 

Bu bakış açısından hareketle, yine peygamberimizi yüceltmek adına, kainattaki her şeyin hatta ilk mevcudatın "Nur-u Muhammedi"den yaratıldığını iddia etmişlerdir. Bu nur öyle bir nur ki, Hz. Adem'den sonra son peygamber Hz. Muhammede kadar özenle korunarak bütün peygamberlerin alınlarında görülmüştür. 

Hz. Adem'in yaratılışı tamamlanınca, Hz. Muhammed'in nuru iki kaşı arasında parlamaya başlamıştır. Adem Havva ile evleneceği sırada melekler Havva için mehir olarak Adem'in Hz. Muhammed'e üç defa salavat getirmesini söylemişler ve üç defa salavat Havva'nın mehri olmuştur. 

Cennetten çıkarıldığında ise Hz. Muhammed'in sevgisini vesile kılarak, Allah'tan af talebinde bulunmuştur. Bunun üzerine Allah ona Hz. Muhammed'i nereden bildiğini sormuş, Adem de cennetteyken isminin her yerde, arşta, levhte yazılı olduğunu, bundan dolayı kendisini tanımanın ve Allah'a yakınlığını bilmenin zor olmadığını söylemiştir. 

Bu konuda daha da ileri giderek şöyle bir olay aktarırlar: Bir gün Hz. İbrahim Allah'a "Beni kelim kıldın, Muhammed'i habib yaptıni habib ile kelim arasında ne fark vardır?" diye sorar ve "Kelim bütün işi Allah rızası için, Habip ise Allah'ın bütün işi onun rızası için olan kimsedir" cevabını alır. (97) (Haşa)

- Abartılarla dikkatimizi çeken bir diğer konu da Hz. Muhammed'in doğumu sırasında ve öncesindeki olağanüstü olaylardır. Hatta bu olağanüstü hadiseler dedesi, anne ve babasına kadar uzanmakta, kabileleri de harikulade olaylardan hareketle dünyaya gelecek bebeği beklemektedir. Böylece Hz. Muhammed'in risaletinden önce peygamber olacağının bilinmesi gündeme gelmiştir. Ehl-i kitap da Resul-i Ekrem'in doğumunu beklemektedir. Mesela Yahudiler, Hz. Peygamber'in babası Abdullah'ın doğumunu kitaplarından öğrenmişlerdir. Çünkü kitaplarındaki bilgiye göre, Yahya as şehid edildiğinde üzerinden bulunan kanlı cübbenin kuruyan kanları, Hz. Muhammed'in babası Abdullah'ın doğumuyla birlikte damlamaya başlayacaktır. Bundan dolayı yahudiler bu cübbeyi her gün kontrol ederler. Nihayet bir gün kitapta işaret edildiği üzere kanın damlamaya başladığını görürler ve Hz. Muhammed'in babasının doğduğunu anlarlar. (97)

- (bir uydurma daha/mt) Resul-i Ekrem'in ana rahmine düştüğü yılda, o zamana kadar görülmedik bolluk bereket ortaya çıkmıştır. Hatta feyiz ve imkanlarından dolayı bu yıla fetih yılı da denmiştir. Bu yılda doğan çocukların hepsi erkek olmuştur. (98)

- Amine'nin Hz Muhammed'e hamile kalmasından itibaren doğumuna kadar başından birçok olağanüstü hadise geçmiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir: Hamilelik döneminde birinci aydan itibaren her ay bir peygamber Amine'nin yanına gelerek "Selam sana Ya Muhammed!" seslenmiştir. Adem, Şit, İdris, Nuh, Hud, İbrahim, İsmail, Musa ve İsa bu işi yapan peygamberlerdir. Başka bir rivayette de rüyasında Amine'ye bir kimse görünüp son ve ulu peygambere hamile olduğunu, bu bebeğin Tevrattaki isminin Ahmed olduğunu fakat Muhammed isminin daha uygun olacağını bildirmiştir. (98)

- (bir uydurma daha/mt) Hz. Muhammed'in doğumuyla birlikte çevresinde meydana gelen birtakı değişiklik ve olağanüstülükler de söz konusudur. Bunlardan bazıları şöyledir: Hemen secdeye kapanan Kabe'nin dört tarafından sedalar yükselmeye başlamıştır. Bu sırada Kabe'de uyuyan Abdulmuttalib ses ve gürültüden uyanmış ve duvarların sevinçten titrediğini, Lat ve Uzza gibi putların yere düşüp secdeye kapandığını görmüştür. Başka bir rivayette de doğum sırasında, Kabe'nin ortadan yarılıp ikiye bölündüğü nakledilmiştir. Haşimoğulları bu yarılmanın Abdullah b. Abdulmuttalib'in Zühreoğulları da Amine'nin babası Vehb'in vefatından kaynaklanmış olabileceğini düşünmüşlerdir. Fakat bu sırada Kabe konuşmaya başlayarak kendisinin bir kimsenin ölmesinden dolayı yarılmayacağını söylemiş ve Hz. Muhammed'in dünyaya gelmeye başladığını haber vermiştir.  (100)

- Ölümünden sonra cehennem ehlinden olan Ebu Leheb, bir gün rüyada görülmüş ve pazartesi gecesi yeğeninin müjdelenmesiyle cariyesini azat edip Resul-i Ekrem'e sütannesi yaptığından pazartesi günleri şehadet parmağı ile orta parmağı arasında gelen soğuk suyu emerek azabın hafifletildiğini anlatmıştır. (100)

- O gece Mecusilerin bin yıldan beri yanmakta olan ateşleri sönmüş, hatta ateşten hiçbir eser kalmadığı gibi soğuk su damlamaya başlamıştır. Fars diyarıına yakın bir bölgede bulunan Save suyu o gece tamamen yok olup sanki üzerinde uzun zamandan beri ateş yanmışçasına sıcaklık ve hararet olmuştur. Yine Kisra'nın yirmi iki kubbeli köşkünün on dört kubbesi yıkılmıştır. (101) /bu rivayetler uydurma..

- Ka'b El Ahbar da denizlerde "Talmusa" denilen yetmiş başı, yetmiş kuyruğu ve yetmiş dağın sığabileceği genişlikte pulları bulunan balığın Resul-i Ekrem'in doğmasına sevinerek bütün denizcileri coşturduğunu haber vermiştir. (101)

- (Yukarıda yazılan) uydurmaların kaynakları Osmanlı halkının geleneksel İslam anlayışında etkili olan Ahmediyye, Muhammediyye, Kara Davut, Envaru'l Aşıkin ve Mevlid olarak yazılmış manzum eserlerde fazla örnek bulabiliriz. (103)

- Kıyamet alametleri, kıyametin kopuşu, haşr, hesap, mizan, sırat, cennet ve cehennem gibi konular değerlendirilirken, tarikat eksenli İslam anlayışına kaynaklık eden birçok kitapta aşırı ve abartılı ifadelerle karşılaşmaktayız. (107)

- Hesab günü peygamberimizin şefaati ile ilgili de söz konusu eserlerde abartılı ifadelere rastlamaktayız.Envaru'l Aşıkin'de geçen şu örnekte olduğu gibi: " Hesaba çekileceklerin ilki Muhammed ümmetidir. Hesap görülmeye başlayınca Muhammed ümmetinin pirleri dizleri üzerinde çökerken, yiğitleri de yüzleri üzerine düşer ve "Yetiş ya Muhammed" diye yardım isterler. Hz. Peygamber hemen harekete geçip Allah Teala'ya ümmetinin zayıf olduğunu, kendisinden sonra öksüz kaldıklarını, buna rağmen kendisine kavuşmak için daima çaba harcadıklarını bildirir. Kızı Fatıma, hanımları Hatice ve Aişe'yi, torunları Hasan ve Hüseyin'i ümmeti yerine feda etmeyi düşündüğünü, kendi sevaplarını da onlara vermek istediğini söyler. Onlar azap görürken kendisine verilen cenneti, burağı, havzı ve makam-ı mahmudu istemeyeceğini haber verir. Arş, kürsi ve melekler de ağlamaya başlarlar. Bunun üzerine Allah Hz. Muhammed'in dileğini kabul ettiğini bildirerek, rahmet hazinesinden üzerinde kelime-i tevhid yazılı nurdan bir varak verir. (108)

- Hz. İsa'dan  200 yıl sonrasına kadar Hıristiyanlıkta ruhbanlık yoktu. Ancak başlangıcından beri Hıristiyanlık, bünyesinde ruhbanlık gibi bir sapmanın doğmasına müsait bir takım özellikler taşıyordu. İnzivaya çekilmek, dünyaya sırtını çevirerek dervişler gibi yaşamak, hiç evlenmemek, aile hayatı kurmamak, ahlaken mükemmel olmak için çalışmak şeklindeki ruhbanlığın temel özellikleri ve bu tür eğilimleri daha hıristiyanlığın başlangıcında mevcuttu. Bilhassa bekar kalmak, Hıristiyanlıkta bir kutsallık kazanmıştı. Ruhbanlıkta kişinin vücuduna ve doğal yapısına aykırı birçok uygulama vardır. (117)

- Kişinin bedenine eziyet etmesi, takva ölçüsü olarak kabul edildiğinden ötürü, rahipler kendilerine eziyet etmede adeta yarışıyorlardı. Hıristiyanların, azizlerin hayatını konu alan menakıb kitaplarında bu olaylar şöyle nakledilmiştir: İskenderiyeli Sn. Makarios sürekli üzerinde 20 kiloluk yük taşırdı. 6 ay bataklıkta yaşadı, öyle ki zehirli sinekler onun çıplak vücudunda ısırmadık yer bırakmamışlardı. Halefi Sn. Yusavius şeyhinden de ileri giderek üzerinde devamlı 75 kiloluk yük taşımış ve 3 yıl kurumuş bir kuyu içinde yaşamıştır. Bu süre içinde ise mısır yemişti. Sn. Besarius 40 gün dikenler üzerinde yatmış ve 40 sene sırtını yere koyamazken, Sn. Pahamius ise 15 sene (başka bir kaynağa göre 50 sene) sırtını yere koymamıştır. Sn. John 3 sene ayakta durmak suretiyle ibadet etmiş ve bu 3 sene içinde hiç oturmamıştır. Yalnız bazı zaman dinlenmek için duvara dayandığı olurdu. Yanı sıra sadece Pazar günleri kendisine sadaka verilen yiyeceği yerdi. Sn. Samius Astalit hristiyanların büyük azizlerinden kabul edilirdi. O her paskalyanın 40 gün öncesinden başlayarak ağzına hiçbir şey koymazdı. Bir defasında tam 1 sene tek ayağı üzerine dikildi. Zaman zaman manastırından ayrılarak kuyu içinde yaşardı. (117)

-  Şatıbi, el-Muvafakat adlı kitabında şöyle açıklamaktadır: "Resulullah'ın ve değerli sahabelerinin tutmuş oldukları yol orta yoldur. Resulullah, bazı sahabilerin rahipler gibi evlenmeksizin uzlete çekilerek yaşama teklifini geri çevirmiştir. Muaz, cemaatle namaz kıldırırken çok uzatmış ve bu yüzden şikayete konu olmuştu. Bunun üzerine Resulullah sav kendisine, "Muaz! Sen fitneci misin?" diye ağır uyarıda bulunmuş ve "İçinizde dinden nefret ettirenler var" buyurmuştur. (123)

- Buna rağmen, İslam kültürüne tarikatlar aracılığı ile giren bazı bid'atlar, İslam adına ve ibadet niyetiyle yapılmaktadır. "Nefsimi tezkiye edeceğim" diyerek eşinden uzak duran, eşini ve çocuklarını terk ederek uzak diyarlara gidip oralarda tekkelerde yaşayan, sünnet kabul ettiği için yazın sıcak günlerinde cübbe giyerek dolaşan şeyhlere, dervişlere rastlamaktayız. Öte yandan Peygamberimiz (sav)'in yapmadığı ibadetleri yapan, örneğin üç aylarda, üç ay boyunca aralıksız oruç tutan, mübarek gecelerde sabaha kadar uyanık durarak gündüzleri uyuklayan ve buna benzer bid'ati, sünnet kabul ederek yapan kişilerle karşılaşmaktayız. (125)

- Enes b. Malik şöyle naklediyor: 

Bir defasında Nebi (sav) mescide girdi. Birden mescidin iki direği arasına çekilmiş bir ip gördü ve: "Bu ip nedir?" diye sordu. Sahabiler, "Bu Zeyneb'in ipidir. O burada namaz kılar. Namazda ayakta durmaktan yorulunca ve gevşeklik hissettiği zaman ipe tutunur" dediler. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Hayır! (Bu doğru değil) ipi çözünüz. Sizden biriniz zinde ve dinç olduğu sürece namaz kılsın, yorulduğu zaman ise otursun". (129)

- Geleneksel kültürümüzde çokça okunan dua ve yasin cüzleri de, farz olan ibadetlerden ziyade, nafileler üzerinde durulmuş ve birbirinden abartılı ve teşvik edici anlatımlara yer verilmiştir. Bu ibadetlerin dünyada, kabirde ve ahirette sağlayacağı faydalardan bahsedilmiştir. Mesela, Allah Musa'ya fakirlikten kurtulmak için kuşluk namazını, ölüm sarhoşluğundan emin olmak için akşam ile yatsı arasında namaz kılmasını, kabir azabından kurtulmak için iki veya dört rekatlık bir namaz kılmasını, kıyamette emniyette olması için de Recep ayında oruç tutmasını öğütlediği ifade edilmiştir. (131)

- Kur'an-ı Kerim, yaşanacak, huzurlu ve nezih hayatı, "müdhelan kerima" (nisa:31) olarak tanımlanmaktadır. Bu ifadeyi, son derece hoş bir yer, şerefli bir mesken, temiz bir hayat olarak anlamak mümkündür. (174)

- Allah'a ibadeti belirli amellerle sınırlı değildir. Allah'a ibadet etmek, insanın her adımında, her hareketinde, her sözünde O'nun koyduğu kurallara uymak, O'nun hükümlerini yerine getirmek, resullerinin gösterdiği yoldan yürümektir. Yalnızca O'ndan yardım dilemek, korkmak, O'na güvenmek, dayanmak, tevekkül etmek, sığınmak, O'ndan başkasını veli edinmemek, sorunların çözümünü O'na havale emek, O'ndan başka koruyucu, kollayıcı kabul etmemek de tevhid inancının gerektirdiği tek Allah'a ibadetin boyutlarını oluşturur. (177)

- Muhalif görüşlerin seslendirilmesine fırsat vermeyenler, kendi inanç ve görüşleri konusunda endişesi olanlardır. Müslümanların böyle bir endişeleri yoktur. (211)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder






Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...