28 Şubat 2015 Cumartesi

Güneş ve Umut - Şiir

Her sabah güneşi görmek
İnsanın içine tatlı bir umut damlatıyor
Her ne kadar biraz sonra insan onu kurutacaksa da
Güneş her gün damlatır umudu
O ayettir, ikan verir, iz'an verir, umut verir
Ama biraz sonra insan, bozar işte bozar
her şeyi bozar
Ey İnsan! Sen olmasaydın güneşten aldığım umutlar okyanus olacaktı
Sen kuruttun, çölleştirdin yüreği
Sen o mağrur sözlerin, o vitrinlik duruşunla bozdun tüm havamı
Kara bulutlar eksilmedi sayende kalbimden
Ama güneş yine de doğdu hep
Güneş umud ekti, yüreğimin ulaşamadığın yerlerine
Sabah gördüğüm bu aydınlık
Ufka uzatır gözlerimi, Umudu akıtır yüreğime
Ama ardından yine insan çıkacak karşıma...
Benim aklımda ise hep güneş vardır, hep aydınlık..
(urfa'da bir sabah)

26 Şubat 2015 Perşembe

Secdede Burnunu Yere Koymayan Genç-Yaşanmış Hikaye

Bir genç, camide namaza durdu, yanına yaklaşan orta yaşlı bir abi genç daha namazda iken kulağına yanaşıp:

- Burnunu tam yere değdir, öyle kafanı indirmeyle olmaz, dedi.

Ardından genci takibe devam eder, anlık gelişen olayı seyrediyoruz bizde.

Genç secdeye gittiğinde burnunu da yere değdirince, orta yaşlı adam:
- Hah şimdi oldu, dedi.
Yanındaki bir abi de: "Fazla karışma, serbest bırak, çok sıkma" dedi...
[İşte halimiz... Bence değişme ve gelişme var]

25 Ocak 2015 Pazar

Belki Birçok Sorunun Çözümü Burada Gizli

Belki de birçok sosyal sorunun çözümü burada gizli:
"Oğlum! Bu rüyanı kardeşlerini sakın anlatma.
Aksi takdirde onlar, sana zarar vermek isteyeceklerdir..."
(Yusuf:5)


dün akşam okudum bu ayeti.. zaten ilerleyemedim diğer ayetlere.. ayetten de rahatlıkla anlaşılıyor ki, yusufun kişiliği oturmamış kardeşleri yusufa karşı hased besliyorlar.. Yakup peygamber tüm oğullarını tanıyan bir baba olduğu için, yusuf'un pozitif bir özelliğinin pek ortaya çıkmasını istemiyor.. Çünkü bu zaten var olan hasedi daha da körükleyecek.. Buna rağmen Yusuf'un başına neler geldi.. /Bu işin Yusuf'a bakan tarafı..
Bize gelince...
Ailevi ilişkilerde tutun da sosyal arkadaşlıklara, iş arkadaşlıkları, okul arkadaşlıklarına kadar çok boyutlu bir yaşam alanımız var. Bu insanlarla ağzımızdan çıkan kelimelerle muhatab oluyoruz.. Konuşma özelliğimiz iç alemimizin çıkış kapılarından biridir... Kendimizle alakalı pozitif bir durumu bazen farkında olmadan dile getirdiğimiz zaman bir bakıyorsunuz ki muhatabınız da sizdeki mutluluğu üretmiyor.. Ama muhatab bunu pek de belli etmiyor.. Saflıklarımız bazen muhatabın zihninde tilkilerin oluşmasına sebep oluyor.. Sosyal ilişkilerde özellikle farkında olmadan iç dünyamızdaki pozitif ve negatif duyguları öyle bir ortaya koyuyoruz ki, aslında bunların muhatablarda nasıl bir yankı oluşturacağını o an kestiremiyoruz.. Samimi ortamın verdiği rehavet bizi gaflete düşürüyor.. Peygamberlerden öğreneceğimiz en değerli şeylerden biri hikmetli konuşmak ve hikmetli hareket etmektir.. Hatta şunu da yaşıyoruz.. 20 yıl önceki sözlerimiz bir bakıyoruz ki, dostlar tarafından ellerimize kelepçe yapılmış.. O an o sözler kimseyi incitmiyor belki... Ama nasıl oluyorsa kirli iç dünya sahipleri, sözleri ok'a çevirebiliyor veya sizi rahatsız edebilecek herhangi bir şeye... Bu konuyu teorik olarak düşünmüş değilim sadece.. Pratik olarak ortaya konulabilecek bir çok örnek olay var.. Sözlerimiz, paramız gibi olmalı.. Sağa sola çarçur etmemeliyiz.. Kime neyi söyleyeceğimizi iyi kestirmeliyiz.. Özellikle pozitif yönlerinizi ortaya çıkaracak eylemler, sadece eylem olarak kalmalı.. Sözlü olarak ifade edilmemeli.. Çünkü söz eylemin parlıklığını alıp götürebiliyor.. Dediğim gibi işin bir kaç boyutu var.. Mesela öyle arkadaşlıklar kurdum ben, ve sözlü olarak çok samimi davrandım.. Yani birçok konuşmalarımız oldu, özel veya genel.. Samimiyetin* aldanmışlığına bırakmıştım kendimi.. Günün birinde samimiyetin ikinci muhatabı öyle cümleler sarfetti ki sizin zor zamanınızda ve siz de derin hayal kırıklıkları.. Bu örnek dediğim gibi işin bir boyutu... 
Hasıl-ı susmak bazen devadır.. Yakup, Yusuf'a susmayı tavsiye etmişti.. Yakup, Yusuf'un bilmediğini biliyordu, bir baba olarak...
*(samimiyet hepimizin ihtiyacı olduğu bir duygu.. lakin siz de kabul edersiniz ki iç dünyası kirli olanlarla samimiyet olur mu?)

***
Yakub aleyhisselam'ın bir baba ve peygamber olarak oğlu Yusuf aleyhisselam'a yaptığı tavsiye çok önemli:
قَالَ يَا بُنَيَّ لَا تَقْصُصْ رُءْيَاكَ عَلٰٓى اِخْوَتِكَ فَيَك۪يدُوا لَكَ كَيْداًۜ
“Ey oğulcuğum!” dedi, (bu) rüyanı kardeşlerine anlatayım deme, yoksa [hasetlerinden] sana karşı bir tuzak hazırlarlar...(Yusuf:5)
**
Hayat okulunun bu dersini, bir peygamber olan Yakub (as), oğluna yapıyor. Hayatın ince falsolarını farketmek çok önemli. Aksi halde ruh dünyanıza beklemediğiniz yerde darbeler yiyebilirsiniz. Yusuf anlatmadığı halde, kardeşlerindeki kıskançlık onları ne kadar da acımasız hale getirdi. Oysa sevilmenin yolu bu değildi. Kabil de aynı hatayı yapmıştı. Modern çağın insanlarının bu hastalıktan bigane olduğunu söyleyebilir misiniz? Kirlenmiş iç dünyalara bir bakıyorsunuz ki, hasedleri ağızlardan kirli kelimelerle salya gibi dökülebiliyor. İnsan olmak zor evet, ama ben şunu da eklemek istiyorum: İnsanla yaşamak da zor... Darusselam'a olan özlemimiz bizi canlı ve diri tutuyor. Gerçek buluşma, gerçek dostluk, gerçek tanışma, gerçek huzur, gerçek tat....... tüm bunlar Darusselam'da olacaktır. Bu dünya fani. Toprak erozyona uğrar da insan uğramaz mı? Ancak yüreğine, kökü Darusselam'a ulaşacak ağaçlar ekenler inşaallah erozyona maruz kalmayacaklar. Bu ağacın adına direk "Salihat" ağacı diyebiliriz. Toprağı da yürekteki iman. 
**
Birbirini sevenler, salihat biriktirmek zorundalar. Allah'a ulaşmanın yolu salihattan geçer (Kehf:110).
Allah'ın selamı üzerinize olsun. 
"Ve min şerri hasidin iza hesed"

3 Ocak 2015 Cumartesi

Bölge’nin “emniyet sübabı”, PKK’yı bitirecek yegâne aktör: HÜDAPAR - Yusuf Kaplan

Seçimlerden önce, fitne fesat tohumları ekerek ülkeyi germek, kaosun eşiğine sürüklemek ve bizi birbirimize düşürmek istiyorlar.
Basirete ve ferasete ekmek kadar, su kadar ihtiyaç duyduğumuz bir sürece giriyoruz.

31 Aralık 2014 Çarşamba

İMANIN ŞARTLARI TARTIŞMASI -I (Ahmet Ay)

Resul-i Ekrem’in (SAV) vefatından kısa bir süre sonra “Kur’an karşısında hadislerin konumu” ve“hadislerin sıhhati” meselesinden kaynaklandığına inandığım İMANIN ŞARTLARI ile ilgili tartışmaların hayırlara vesile olacağını ümid ediyorum.
Kur'an'ın, Yahudi ve Hıristiyan teolojisindeki çarpıtma, tahrif, reform gibi handikapları yaşamamış olması ciddi bir avantaj olsa da Müslüman âlimlerin özellikle kelami konularda anlaşamayacakları 14 asırlık tecrübeyle sabittir.
İslam dünyası dini pek çok konuda Resul-i Ekrem’in (SAV) vefatından hemen sonra“metinlerin doğası gereği” yorumlama farklılıklarından kaynaklanan tartışmalara sahne olmuştur. Ama metinlerden kaynaklanmayan tartışmalar çok daha hararetliydi. Uzun süre Kur’an’ın Mushaf halinde çoğaltılamayışı, dolayısıyla “din”i bilgi ile iştigal edenlerin ayetler üzerinde derin tefekküre imkân bulamayışı, insanların her türlü inanç ve alışkanlıklarıyla birlikte kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmesi ve bunlar için dinin kolaylaştırılmasından dolayı oluşan dualite, okur-yazar sayısının azlığı, kültürel farklılıklar, diğer din ve kültürlerden etkilenme gibi değişkenler dini tartışmalara çeşitlilik kazandırdığı gibi sertlik de katmıştır.*
Öteden beri hayatın içinde hadislerin Kur’an’dan daha çok ön plana çık(artıl)ması sorunsalının yaşandığı bir gerçek. Bunun çeşitli sebepleri var.

18 Aralık 2014 Perşembe

Boşluğa Ağıt

Gözlerim asılı kaldı
Yüreğim büzüldü
Düşüncem dondu
İnsandan koptum
Canlı olan tek şey hüzünlerim
Ağıdımı yakıyorum
Yangınım içimde
Oysa bir çıksa aleme
Güneşten beter yakar
***
Duyan olmaz sesimi
Zamane insanı sadece gözle bakar çünki
Yakınlık ve uzaklık bu kadar nifak ehli olmamıştı
Ağıdımın sesi bile duyulmasın istedim
Son saate kadar
***
Durmasın zaman
Hiç durmadan aksın
Bir saniye bile uzamasın
Dünyadaki zamanım
Aksi halde yüreğimi küle çevirecek
Boşluğa söylediğim ağıt
***
Karanlıklarda kaybolmak gibidir
İnsanın anlamdan uzak dünyasında yaşamak
Öteye olan özlemim
Ağıdımı daha da harlar
Meleğin geleceği zamanı beklemek zorundayım

16 Aralık 2014 Salı

Bir ‘Alfabe İnqılabı’na Değil, Bir ‘İnkilabın Alfabesi’ne İhtiyaç Vardı - Selahaddin Eş Çakırgil

Bugünlerde ‘osmanlıca’ denilen bir yazı üzerinde tartışılıyor, ülkede..
Japonların alfabesinde 400’den fazla harf veya şekil vardı.. Bunları şimdi 100’den aşağılara çekmişler, biraz azaltmışlar.. Yine de, alel-acele dikilen gecekondu barakalarını andıran o acaib şekillerin altına, üstüne, yan taraflarına, içindeki boşluklara atılan bir çentik veya çiziklerle yığınla mânâ değişiklikleri oluyormuş.. Bir de o şekilleri japon gazetelerinde yanyana değil de, yukarıdan aşağıya dizilmiş olarak görünce, dışardan bakanlar için daha bir zor gözükür.
Çin’deki 1,5 milyara yakın insanın kullandığı ‘mandarin’ dili alfabesi de ondan farklı değil.. Kezâ, Kore dillerinin alfabeleri de..
Hindistan’da onlarca etnik unsurdan oluşan bir milyardan fazla insanın kullandığı alfabede de harfler, kasab çengeline asılmış etleri andırır..  O şekillere de atılan bir-iki çizikle bambaşka mânâlar ortaya çıkar.
43 yıl öncelerde (coğrafî olarak zâten 2 bin km. batıdaki Pencab vadisinde bulunan Batı Pakistan’dan ayrı olan Bengal Körgezi’ndeki Doğu Pakistan’da) korkunç bir iç savaşla kopup, Bangladeş adıyla kurulan yeni ülkedeki, nüfusu 200 milyona yaklaşan Bangladeş müslümanları da ‘bengali’ dilini Hind alfabesindeki benzer harflerle yazıyorlar.
Seylan adasında 50 yıl öncelerde adanın ismiyle anılan şimdiki Srilanka ülkesinde kullanılan alfabenin harfleri ise, daha bir ilginç.. ‘Uğur böcekleri’ni andıran yuvarlak şekiller üzerinde bir takım çentik veya çiziklerle yazılan bir dil..
Tailand’da da, thai dili, Srilanka alfabesindekine biraz benzeyen bir alfabeyle yazılır.
Rusça başta olmak üzere, slav kavimlerinin dillerinin yazılmasında genelde kullanılan ‘kril’denilen alfabenin harfleri de bazan latin alfabesindekilere benzese bile, onlara benzemeyen başka harfler olduğu gibi, benzeyenlere de farklı sesler yüklenmiştir. Sözgelimi, P harfi ‘re’ sesi için kullanılır; N, H ve sola dönük olarak ters R gibi yazılan (я)  harfi de daha başka sesler için.. Bir ‘ı’ sesi için iki harf, bir ‘i’ sesi için, N ile H arası değişik bir harf şekli.. Daha ismini ve sesini bilmediğim başka harfler de..
Bir de bu harflerin türk dilinin farklı lehçelerini konuşan Orta Asya ve Kafkas halklarına birbirinin yazılarını  okuyup anlayamıyacak şekildeki ses yüklemeleriyle dayatıldığını düşünelim. (Farsça ve türkçe yazdığı şiirleriyle İran edebiyatında fevkalade bir yeri olan merhûm şair Şehriyâr, 40 sene öncelerde, sadece Anadolu, Kafkas ve İran coğrafyasındaki türkçe konuşan halkların durumuna bakıp, Kafkas’lardakilerin kril alfabesiyle, Anadolu’dakilerin latin alfabesiyle, İran’dakilerin arab alfabesiyle yazdıklarına işaretle, halkın kendi inancıyla zıdlık arzeden kril ve latin alfabesinin şeytan alfabeleri olarak  nitelerdi.)
*
Emperyalist oyunlar elbette köklere darbe vurucu derinlikte olacaktı..
Sovyetler Birliği dağıldığında, Kafkas ve Orta Asya müslümanlarının, 75 yıldır sandıklarda gizledikleri arab harflerinin kurşun kalıplarını çıkarıp, dergilerini, gazetelerini o harflerle yazmaya başlamalarını hatırlayalım. Hatırlıyorum, o komunist imparatorluğunun çöküşü sırasında, 25 sene öncelerde, Özbekistan müslümanları, ‘Mavera-un’nehr Muselmanlarının Sadâsı’ adıyla bir gazete çıkarmaya başlamışlardı, arab harfleriyle.. Müslümanlar, kendi kültürlerine tekrar döneceklerinin heyecanını yaşıyorlardı.
Azerbaycan Cumhuriyeti’nde de ‘Odlar (Ateşler) Yurdu’, ‘Seher’ gibi isimler taşıyan dergiler yayımlanmaya başlamıştı.
Ama, insanlar o çöküş, çözülüş ve yeniden kuruluş demlerinde parasız oldukları gibi, paraları olsa bile bu kez de kağıt bulamıyorlardı.. Komünist diktatörlüğün şerrinden, zulmünden dolayı 75 senedir sakladıkları harfleri yeniden gün ışığına çıkarmanın heyecanını yaşıyorlardı. Amma, o sırada F.G.’nin Zaman gazetesi, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da, o yörelerin türkçe lehçe ve şivelerine uygun bir-kaç ek harfle o dillerin latin harfleriyle yazıldığı gazeteleri, ileri teknikle ve bol mikdarda basmaya başlamıştı bile.. Kağıd ve para problemleri yoktu. Diğer yeni ve yerli yayınlar muntazaman çıkamazken, bu gazete her gün muntazam çıkıyordu.
Amerikan gizli servisi CIA’in maruf akıl hocalarından Graham Fuller’in 1992’lerde, Turgut Özal’a, ‘Sovyetler’in çökmesinden sonraki dönemde, meydana gelecek boşluğu, siyasî hedefler olmaksızın, dolduracak kültürel çabalara ağırlık vermelisiniz..’  gibi görüşlerin de bulunduğu raporunu sunduğu ve F.G.’nin de gidip Ecevit’e Ortaasyada’daki çalışmaları hakkında bilgi verdiği ve Ecevit’in de -o zamanlar medyaya yansıdığı şekliyle-  ‘Rahşaaan, bak, biz burada iç siyasî mücadelelerle uğraşırken, F.G. Bey, Orta Asya’da Devlet’in yapması gerekenleri yapıyor..’ diye takdirlerini belirttiği  dönemler..
Daha sonralarda ise, F. G, bu konuyu, verdiği röportajlarda, ‘Biz olmasaydık, Orta Asya ve Kafkasya İran veya Suûdî etkisine girecekti, biz onu önledik..’ diye gururla itiraf edecekti.. Halbuki, oralarda İran veya Suûdî etkisini kırmak adına engellenen ve emperyalistlerin korktuğu, -komünizmden çökmesinden dolaayı meydana gelen- ideolojik boşluğu İslam’ın doldurması ihtimali idi.
Ve hatırlayalım, o günlerde, İslam tehlikesinden söz edildiğinde, Demirel de, ‘merak etmeyiniz, oraları komünizm ezip geçmiş ve İslam tehlikesini bertaraf etmiştir’ diye şükranla anıyordu.
*
Afrika’daki, çoğunluğu müslüman olan ülkelerde genelde, arab alfabesi hâkim idi. Ama, kıt’anın diğer bölümlerinde Batı Avrupa ülkelerinin kendi aralarında paylaştıkları coğrafyaların herbirisinde ‘efendi-ülke’nin, emperyalist dünyanın zevk ve kültürleri dili ve alfabesi esas alınıyordu..
*
Hangi alfabe eğri-bürgü harflerden oluşmaz ki..
Avrupa, Amerika ve Avustralya kıt’alarında ise, latin alfabesi kullanılır.
Ancak, bu coğrafyalardaki alfabelerde de farklı dillere göre aynı harflere değişik sesler verildiği veya bazı harflerin üstüne veya altına konulan bir takım nokta veya başka  eklerle, dillerin seslerinin teferruatıyla yansıtılmasına çalışıldığı görülür.
Sözgelimi, ‘I, i’ harfi, ingilizcede bazan ‘i’ sesi verir, bazan ‘ay’ sesi.. Bazı kelimelerin okunuşunda ingilizler bile yanlışa veya tereddüde düşerler. Bir Şekspir diyebilmek için,ShakespeareÇorçil için Churchill.. yazmak gerekir.
Fransızcada da Jan Jak Ruso  diyebilmek için, Jean Jacques Rousseau yazılması gerekir.
Bu örneklerin daha da karmaşık olanları vardır. Bir Niçe adını telaffuz edebilmek içinNietzsche yazmak gerek..
J harfi bazı dillerde ‘y’ yerine kullanılır, bazılarında j, bazılarında c, ispanyolca gibi bazı dillerde ise, h sesi için.. Ch harfleri ingilizcede ‘çe’ sesi verirken, fransızcada ‘şe’ sesi verir.
Fransızcada sadece e harfinin 4 ayrı sesi vardır, üzerine konulan işaretlerle..
Almancada  ‘şe’ sesi için, ‘sch’ harfleri de kullanılır, ‘ch’ harfleri de.. Ya da, s harfiyle başlayan kelimeler, daha sonraki harfler sessiz ise, ‘ş’ şeklinde okunur.. Strasse (ştrase), spiegel(şpigel), stern (ştern) gibi.. Kelime başındaki ‘s’ harfinin devamındaki harf sesli ise,  S harfi o zaman, ‘z’ olarak telaffuz edilir, saturn (zaturn) gibi.. Ya da z harfiyle başlayan kelimenin devamındaki harf sesli ise, ‘z’  harfi ‘s’ olarak telaffuz edilir, sigara için, zigaretten (sigarettın)denilmesinde olduğu gibi.. Böyle daha pek çok örnekler.. Vurgulu iki ‘s’ sesini vermek için almancada kullanılan ve bazan B harfi ile karıştırılan sanılan ‘ß’ (duppel es) harfinin kaldırılması bir ara tartışıldı, ama, o bile kabul görmedi. 
Doğu Avrupa’daki slav kavimlerinin bir kısmı da kril ile yazsalar da, latin alfabesini kullananlar da vardır.
Yunanistan ise, kendine özgü bir grek alfabesine sahibdir.
İskandinav dillerinde ise, harflerin eklenen değişik işaretler daha bir fazladır..
Bütün bunlar seslerin harflere göre şekillenmesi için değil, harflerin tabiî sesi yansıtması içindir. Latin alfabesinde bazı dillerde, tabiî sesin verilebilmesi için, o kadar farklı harfler geliştirilmiştir ki, birkaç örneğini buraya koyalım: (ẅ, ả, ẫ, ẹ, ặ, ẵ, ậ, ẅ, ẃ, ồ, ẽ, ề, ế, ệ, Ị-ị, ữ, ờ, ủ, ố, ạ, ẁ, ў, ї, ё, ǽ, ǚ, ǿ, œ, ů,...)
*
Arab harfleriyle yazılırken de bir takım ekler, noktalamalar getirilmiştir, çeşitli dillerde..
Hatta arab lehççeleri arasındaki farkın yansıtılması için bile..
Pakistan’da, urduca yazılarda kullanılan arab harflerini okumak bayağı bir maharet ister.. Afganistan’da da, aynı şekilde.. Peştuca bir yazıyı o harflere bakarak okumak kolay değildir.
Farsça da, arabçada olmayan ‘p, j, ç’ gibi sesler için ek harfler icad olunmuştur.
80 yıl öncelerde, türkçedeki bazı sesler için de ek harfler vardı.. ‘Nunlatan kef’, veya ‘g’ gibi harfler için.. Hele İslamî ıstılahların, terimlerin yazılması açısından, bir çok sesi yansıtamıyordu, bu latin alfabesi.. K-q,  sesleri bir yana, ve bir tek ‘s’ harfiyle, üç ayrı ‘se’ sesinin, bir tek ‘z’ harfinin üç ayrı ‘z’ sesi için kullanılması, üç ayrı ‘h’ sesinin bir ‘h’ harfiyle, karşılanmaya kalkışılması gibi..
*
Alfabe değişikliği, gerçekte bir aşağılık duygusunun dışa yansımasıydı
1870’lerden itibaren arab harflerinin türkçe ve farsçayı seslendirmeye yetmediği iddiası İran’lıFethali Akhundof  adında ve o dönemde güçlü bir bürokrat olan azerî bir kişi eliyle gündeme getirilmeye başlanmıştır.
Bunu Cafer Bağçeban isimli bir eğitimci daha ileri noktaya getirmeye çalışmıştır.
Osmanlı’da da, aynı dönemde teknolojik açıdan ileri Batı Avrupa ülkelerinin alfabelerine özenmeler başlamıştır, Akhundof’un İstanbul’daki çabalarıyla da...
İsimlerin ‘filan ....Pasha/ falan ...Pascha’ şeklinde yazıldığı kartvizitler bastırılmasından gurur duyulan bir yeni dönem.. Bunlar, bir aşağılık kompleksine, duygusuna kapılmışlığı yansıtır.
Bu yöndeki tartışmaların karşılanması için, 1875’lerde Cemiyet-i Hars-i Osmanî (Osmanlı Kültür Cemiyeti) bu konuların ilmî şekilde tartışılmasını için vazifelendirilir.
Tartışmalar daha sonra, 2. Meşrutiyet’ten sonra, İttihad - Terakkî döneminde Enver Paşa’nın adıyla anılan Enverî’ yazısına kadar varır.. Harflerin ayrı ayrı yazılmasından oluştuğu için  ‘Hutût-u munfasıla’  denilen ve arab harflerinin ayrı ayrı yazılmasını esas alır bu yazı tarzı.. Halbuki, arab harflerinin bazıları kesinlikle ayrı yazılmayı gerektirir, bazıları da bitişik..
Bu öylesine bir karmaşa meydana getirir ki; o dönemden bazıları, 1. Balkan Savaşı’ndaki yenilginin, o ‘Enverî’ alfabesiyle yazım mecburiyetinden ve yanlış anlamalardan kaynaklandığını bile yazmışlardır. Sonra, o dayatmadan vazgeçilir. Ama, kendilerini ‘münevver, aydın..’  vs., şimdi de ‘entellektuel’  filan diye isimlendiren kesimler, tartışmaları sürdürür.
İttihad-Terakkî’nin önde gelen fikir adamlarından katı laik Abdullah Cevdet’in çıkardığıİctihad isimli dergide devamlı işlediği konulardan birisi de alfabe değişikliğinin gerekliliği konusudur.
I. Dünya Savaşı’nda ağır şekilde yenilen Osmanlı Devleti’nin sahne dışına sürülmesinden sonra ise, onun enkazının bir kısmı üzerinde ve onun uluslararası hukuk açısından temsilcisi olarak Ankara’da kurulan yeni rejim, arab alfabesini kaldırmak için çalışmalara başlar.
Çünkü, müslüman halkın, modern diye yaldızlanarak anılan emperyalist dünyaya karşı tehdid oluşturmasında etkili olan İslam inanç ve kültürüyle güçlü irtibatın kesilmesi de bir çare olarak bu yol düşünülür.
Farz-ı muhal, Japonya’yı işgal eden bir güç, orada kendilerine bir daha mukavemet edemiyecek bir durum meydana getirmek istediğinde, düşüneceği tedbirlerden birisi de,  o halkın geçmişiyle irtibatını koparmak olacaktır.
Bizde yapılan da budur.
*
‘Enverî elifba’dan İsmet Paşa’nın itirafındaki mânâya uzanan çizgi..
Nitekim, ‘enverî alfabesi’ gibi yarım oluşlar ve arayışlar yerine, bütünüyle latin alfabesine geçilir, 1928 tarihinde.. Ve latin alfabesine türk alfabesi denilerek türkleştirildiği sanılır.
Halbuki, ülkenin etrafındaki eskisiyle-yenisiyle diğer bütün ülkelerin, Rusya’nın, Yunanistan,  Bulgaristan, İran, Irak ve Suriye’nin kültürlerini asırlarca yazdıkları kendilerine aid alfabeleri vardı. Daha sonra da, Filistin topraklarında işgal yoluyla, zorla kurulan sionist İsrail rejimi de kendisine aid, 2000 yıllık geçmişte resmî bir alfabe olmayan ve sadece yahudi din kitablarında kullanılan hebrî/ ibrî- ibrani alfabesini diriltmişti.
Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan Gürcistan ve Ermenistan da kendilerine aid özel alfabelerini resmî alfabe yaptılar.. Bu ülkelerden  hiçbirisinin alfabesi latin alfabesi değildir. Sadece Türkiye’dir ki, latin alfabesine türk alfabesi demekle onu türkleştirdiğini sanmıştır. Üstelik, türkçenin halkımızın konuştuğu dilin inceliklerini bu alfabe seslendirmeye yetmemektedir. Sesleri temsil eden ifadeler yerine, seslerin, harflere göre şekillenmesini isteyen bir dayatmacı mantık yüzünden, dilimizdeki bazı seslerin yazılması mümkün olmamakta..
Ve daha acısı, zorla kabul ettirilen bu alfabeye karşı çıkanlar dârağaçlarında sallandırılmıştır. Gazete binaları önünde onlarca kişinin sallandırılması ise, daha bir çarpıcı yöntem olarak icad olunmuştu.
Böyle olunca, insanlar evlerindeki kütübhanelerde bulunan kitabları, denizlere, ırmaklara veya ateşe atarak ya da başka ülkelerden gelip almak isteyenlere bir de taşıma paralarını da kendileri ödemek sûretiyle vermişler, yok etmek zorunda kalmışlardır. (Bugün Irak-Necef’de bulunan şiî medreselerindeki yüzbinlerce-milyonlarca kitabın bir kısmı da bu yolla toplanmıştır. Diğer ülkelerde de durum aynıdır.)
Ve sanki -çivi yazısı dışında- düz çizgilerden oluşan alfabeler varmış gibi, yeni rejimin kalemşörleri, arab alfabesinin kargacık-burgacık olduğunu iddia eden korkunç bir tahrib ve propaganda savaşına girişmişlerdir.
İsmet İnönü’nün, ‘Biz harf inkılabı yapmadık, belki inkilabımızın alfabesini bulduk..’şeklindeki ifadesi gerçeği net olarak ortaya koymaktadır.
Gerçekten de yapılan devrimler için, yeni bir alfabe, yeni bir harf gerekiyordu; müslüman kültürel ve itikadî açıdan silahsız bırakılması, -eski deyimle- hal-i silah edilmesisilahtan arındırılması gerekiyordu. Ve o hal-i silah epeyce işlerine de yaramıştır, ama, müslüman halkımız, bu yeni silahı da onların üzerine çevirmek dikkat ve maharetini göstermiştir. Çekilen birçok acılara ve kaybedilen nice nesillere rağmen..
Yine aynı İsmet Paşa’nın, Meşrutiyet yıllarından itibaren ünlü bir laik gazeteci olan Huseyn Cahid Yalçın’ı M. Kemal’e takdim ederken, ‘Paşam, biz bu Huseyn Cahid’i Meşrutiyet yıllarında alfabe inkilabını istediği ve kadınların örtüsünün açılması gerektiği yolunda yayınlar yaptığı için vatan haini olarak suçlamıştık..’ deyişi de ilginçtir.
Daha da  ilginç olanını, Bitlis Valisi iken Erzurum Kongresi’ne katılan ve orada M. Kemal’in özel kâtibliğini üstlenen Mazhar Mufid (Kansu) hâtırâtında yazmıştır.  Özetle: ‘7-8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı bir sofra etrafında uzuuun sohbetler sırasında, M. Kemal Paşa ileride zafer kazanılacak olursa neler yapılacağını sıralamaya başlar.
‘Saltanat kaldırılacak.. Kadınlar örtüsü kaldırılacak, Hılafet kaldırılacak.. Arab alfabesi kaldırılacak, latin alfabesi kabul edilecek.., vs..’
Mazhar Mufid, bile şaşırır.. ‘Paşam, her halde içki başınıza vurdu.’ der.
O da der ki..
‘Mazhar Mufid bir gün gelecek, bunları bir gün, gündemin kaçıncı maddesine geldik diye soracağım..’
*
Müslüman halkımız, ancak, kendi tarihî köklerinden beslenerek uzanacaktır, geleceğe..
Şimdi..
Sanki ayrı bir dil ve ayrı bir alfabe imiş gibi sanılan Osmanlıca metinlerin okunabilmesi, ve kezâ yazılabilmesi için, yeni bir proğram başlatılmış bulunuyor, Tayyîb Erdoğan tarafından..
Kemalist-laik cenah, kendilerinin, müslüman halkımızın Anadolu’daki 1000 yılı bulan geçmişine kurdukları tuzakların ağırlığını görmezlikten gelerek, yapılmak istenenin son 100 yıllık inkilablara bir meydan okuma olduğunu ileri sürerek feryad ediyor.
*
O yapılanlar tesadüfen değilse, bir kararlılık ve planla yapıldıysa; bu yapılmak istenenler de elbette tesadüfen değil, bir plan çerçevesinde yapılıyor.
Tayyîb Erdoğan, 12 Aralık 2014 günü Üsküdar Belediyesi'nce düzenlenen "Hattat Hasan Çelebi'ye Saygı Gecesi"nde yaptığı konuşmada, ‘Dünyada hangi millet vardır ki, medeniyetinin üzerine inşa edildiği yazıyı okuyamaz? Var mı böyle bir millet? Dünyada hangi millet vardır ki dedesinin mezar taşını okuyamaz? Dünyada hangi millet vardır ki, iftihar ettiği şairleri, yazarları, münevverleri, âlimleri ilk kaynağından öğrenemez?’diyordu.
Erdoğan, ’Hat, sadece güzel yazı değildir. Hat, coğrafyadır. Hat, haritadır. Hat, büyük bir medeniyetin, kadîm bir medeniyetin, sınırları olmayan bir coğrafyanın ortak dilidir.’derken  doğru bir tesbit yapıyordu.
Evet, yazı ve dil bir kültür ve medeniyettir ve bir toplumun ortak hâfızâsıdır.
Hele osmanlıca.. Onlarca etnik unsurun ve nice din ve mezheblere  mensub milyonların ortak dil ve alfabesinin adıydı ve o türkçeydi, arabçaydı, farsçaydı, kürdçeydi, rumca ve italyancaydı, rusça, sırbça, arnavudça, bulgarca, romance,  ermenice, süryanice, çerkezce, tatarca vs. idi. Asırlardır bir arada yaşayan bütün toplumların dilinden kelimeler vardı. Geniiiş bir coğrafyada asırlarca bir arada yaşayan toplumların dilinin başka türlü olması da düşünülemezdi, esasen.. Bir dile asıl özelliğini veren fiiller olduğundan, vagonları arkasından sürükleyen lokomotif durumunda olan da türkçe idi.. Ve bu dil genel olarak, asırlardır, arab alfabesiyle yazılıyordu.
O halde, bu derin tarihî kökleri olan kaynak kurutulmalıydı. Yani, inkılab diye yapılanlar, (son günlerde yeniden gündeme gelen tartışmadaki şekliyle bir inkilab diye de okunabilir) tesadüfen veya basit bir zann veya heyecanla yapılmış değildi, bir proğramın neticesiydi.
Bugün yapılmak istenen de tesadüfen değildir, bir restorasyon çabasının ürünüdür.
Zâten tepkiler de, laik- jakobenlerin, emperyalizmin zevklerine göre yaşamayı esas alanların ve onların isteğine göre yaşamayı medeniyet ve kültür zannedenlerin, 100 yıl öncelerdeki dünyada yaşanan nice toplum mühendisliği heveslerinden de etkilenerek son 1 asırlık tahakkümlerinin tehlikeye düşeceği korkusunu yansıtmıyor mu?
NOT:
’Bizim için İslâm’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’ diyerek, arz-ı hal:
1972-80 arasındaki zaman diliminde, gazetelerdeki günlük makalelerle, arkadaşlarımızla birlikte çıkardığımız dergilerle yazdıklarım yüzünden, ’devletin kısmen de olsa dinî esaslara göre yönetilmesini istemek’ gibi ağır suçlamalar yüzünden o zamanki ünlü 163. maddeden mâruz kaldığım mahkûmiyetler ve yargılamalar devam ederken..
Ülkemizin kurtarılması iddiası adına önceki nice askerî darbeler gibi ’12 Eylûl 1980’ tarihinde de bir kez daha gerçekleştirilen ’Askerî Darbe’ sonrasında, ihtilalcilerin pençesine kendi rızâmla düşmemek için yurt dışına çıkmak zorunda kalmış ve arkasından General Kenan Evren’in diktatörlük rejimi tarafından vatandaşlıktan çıkarılmıştım. Bu durumum 10 yıl kadar sürdükten sonra vatandaşlık sıfatım 1993’lerde iade edilmişti. Ama, yığınla dâvâlar ve cezai tehdidler yine sürüyordu. Bu yüzden, yine dönemiyordum doğduğum topraklara.. Here tarafı Rabbimizin olan geniş yeryüzünde on yıllarım geçti, böylece..
Üstelik,  önceki suçlamalarla yetinmeyen kemalist-laikler, 28 Şubat 1997 Darbesi ortamında, yeni suçlamaları da yüklemişlerdi, sırtımıza.. ’Kudüs Kurtuluş Ordusu’ ve benzeri gibi bir takım örgütler kurmakla ve onların yöneticiliğini üstlenmekle suçlanmıştım. Yalanı ve hayali güzel olsa bile, sahib olmadığımız meziyetleri sahiblenmemiz elbette düşünülemezdi. Ancak, laikliğin bin yıl süreceğini iddia eden kemalist generallerin elinde bir cendereye dönüşen laik yargı sistemi, hakkımda, bir terör örgütü yöneticisi suçlaması yaptı, interpol aracılığıyla yakalanıp iadem için hakkımda kırmızı bülten bile çıkardı..
İki sene kadar önce, o günlerin Hükûmet Başkanı’na, ’tutuksuz yargılamam için hukukî bir imkan varsa, gelip yargılanmak istendiğimi’ duyurmuştum. Ama, bir takım acaib eller devrede olduğundan, bu imkân bulunamadı.
Ama, o odakların gücü bugünlerde kısmen de olsa, zayıflatılır gibi.. Bu cümleden olmak üzere, 12 Aralık 2014 günü, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, ’ülkeye dönüp ifade vermem halinde, tutuksuz yargılanacağıma dair bir güvence belgesi verilmesi’ne karar vermiş..
Bu durumda, dönüşüm için gerekli olan işlemlerin yapılmasından sonra, doğduğum topraklara, ayrılışımdan 34 sene sonra, önümüzdeki günlerde dönmüş olacağım, inşaallah..
Ancak, bu kararın meydaya yansıtılması benim bilgim dışında olmuştur ve gürültülü ve gösterişli hareket etmek, uslûbuma da uygun değildir.
Yurt dışında da olsa, bulunulan her meşrû imkanla yerine getirmeye çalıştığım, kalem ve söz söyleme siperlerindeki vazifelerimi, doğru olduğuna inandıklarımı, bundan sonra, doğduğum topraklarda, cismen de hazır bulunarak tekrar dile getirmeye devam edeceğim, inşaallah..
Merhûm Muhammed İqbâl’in diliyle:
’Bizim için İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’ 





Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...