28 Mart 2021 Pazar

"Çocukluğum Türk Çocuklarına Özenerek Geçti" - Vahdettin İNCE

        İlkokula başlarken tek kelime Türkçe bilmiyordum, köyümüzdeki
diğer çocuklar gibi. Dili düşe kalka öğreniyorduk. Ses benzerliklerinden dolayı kelimeleri karıştırıyorduk. Kastettiğimiz şeyle söylediğimiz söz uymuyordu ve dönüp birbirimize gülüyorduk. Bir arkadaşımız “dişim ağrıyor” diyecekken “dışım ağrıyor” demişti de öğretmenimiz gülmekten kırılmıştı. Zavallı çocuk dişinin ağrıdığını söylemenin neresi komiktir diye içinden geçirmişti herhalde. Kürtçede hem tilkiye hem de bağırsağa “rovî” denir. Bir derste öğretmenimiz tilkinin resmini göstermiş ve Türkçede buna tilki denir demişti. Arkadaşlarımızdan biri bir gün sırasında kıvranıyordu. Garibim, karnını üşütmüştü. Öğretmen ne oldu, diye sorunca da “tilkim ağrıyor” diye cevap vermişti. Basit bir mantıkla Kürtçede olduğu gibi Türkçede de tilki ile bağırsak için aynı kelime kullanılmalı diye düşünmüştü.
        
            Öğretmenimiz Mersinliydi. Annesini de beraberinde getirmişti köyümüze. Doğal olarak Kürtçe bilmiyorlardı. Bir gün öğretmenimizin annesi, teneffüste olduğumuz bir sırada beni çağırmış, elime bir kova verdikten sonra bir şeyler söylemişti. Öylece durmuş kadına (herhalde) anlamsız bir yüz ifadesiyle bakmıştım. Hiçbir şey söyleyemiyordum, dediklerinden de tek kelime anlamıyordum. Kadıncağızın sesi gittikçe yükseliyordu. Öfkelendiği belliydi de ben ne yapabilirdim? Derken beşinci sınıftan Türkçeyi sökmüş bir çocuk, Kürtçe “köyün çeşmesinden su getirmeni istiyor” demişti de gidip suyu getirmiştim.

        Andımızı gururla okurdum
        Bir kış günü evlerimizden getirdiğimiz tezeklerle sobayı yakmaya çalışıyorduk. Bir türlü tutuşmuyordu. Öğretmenimiz bir arkadaştan evine gidip sobayı tutuşturmak için saman getirmesini istedi (o zamanlar cep telefonu henüz icat edilmemişti, dolayısıyla annesini arayıp sobayı nasıl tutuşturacağını öğrenme şansı yoktu!!!). Dışarıda tipi vardı. Çocuğun çıkmasıyla girmesi bir oldu. Can havlıyla kendini sınıfa atmıştı. “öğretmenim, hep bagerdir, saman gelmiyor” dedi. Bu tipide gidip saman getiremem demek istemişti. Yıllarca onunla alay ettik, bu sözünden dolayı.

        Son günlerde kamuoyunda “andımız” ile ilgili tartışmaları basından okuyunca o günleri hatırladım. Kendi adıma itiraf edeyim, haftanın ilk günü, okulun önünde ileriye çıkıp çocuklara “andımız”ı okutmaktan büyük haz alır, gururlanırdım. Akşam eve gidince de babama, bugün öğretmen “andımız”ı bana okuttu, diye böbürlenirdim ve babamdan kocaman bir “aferin” alırdım. Her pazartesi sabahı bütün çocuklar öğretmenin bu görevi kendilerine vermesi için gözünün içine bakar, öğretmenin seçtiği çocuğu da kıskanırlardı. Aslında anlamını bilmediğimiz, ama ezberlemek zorundu olduğumuz bu metni okumak bize oyun gibi geliyordu. Bir dilin inceliklerini, kelimelerin anlam katmanlarını, çağrıştırdığı duyguları keşfetmek zaman alıyor.
    
        Bu yüzden “andımız”ı anlamak yıllarımı aldı. Ama “andımız”daki bir kelimeyi doğru anlamam daha da uzun zaman aldı. “Varlığım” kelimesinden söz ediyorum.
        
        Anlama sürecinde elbette “Türk” olmamanın burukluğunu yaşamış, bize böyle bir andın içirilmesine anlam verememiştim. Sonra da “olsun, Türkçe okutulan bir okulda elbette böyle bir metin olacak” diye çocukça kabullenmiştim. Yani ben, Türk çocuklarının kendileri açısından geçerli olan bir şeyi bir hikâyeyi okur gibi okurdum, dışarıdan biri olarak. “Ne mutlu türküm diyene” sözünü düşünürken de Türk çocuklarının mutluluklarına için için gıpta ederdim. “Ne olurdu ben de Türk olsaydım” diye içimden geçirmedim desem yalan olur. Ne var ki Kürt olduğumu biliyordum ve bu gerçeği değiştiremeyeceğimi çocuk aklımla kavramıştım. Ama son cümlesi biraz bana hitap ediyor gibiydi: “varlığım Türk varlığına armağan olsun”... Ben, Türk olmayan biri olarak varlığımı Türk varlığına armağan etmeliydim. İşte buna pek bir anlam veremiyordum. Türk olmadığıma hayıflandım
        
        Henüz bütün incelikleriyle kavrayamadığım Türkçeden hareketle “varlık” kelimesini sahip olunan “zenginlik” gibi anladığım için, ilk etapta bunu da kabul edebileceğimi düşünmüştüm.
Olsun, varsın bütün malım Türk kardeşlerime armağan olsundu. Derken bir gün “varlık” kelimesinin bizzat kendi varlığım, etimle kemiğimle, canımla kendi şahsım anlamına da geldiğini öğrendim. İrkildim. Bu kadarı da fazlaydı.
Doğrusu gocunmuştum.

        İlçede liseyi okuyan bir ağabey vardı. Ondan duymuştum ilk defa, Irak Kürtlerinin de “Kurdim, Rastim, Zîregim...”(Kürdüm, doğruyum, çalışkanım) şeklinde bir antlarının olduğunu. Sonradan başkalarından da duymuştum. Eh, nihayet, bir karşı argüman bulmuştum. Bu da bir teselli gibiydi. Gerçi iki ant arasındaki benzerlik şaşırtıcıydı, ama gocunan duygulara iyi geliyordu. O da bana yetiyordu. Lise yılları, bu tür anti tezlerle geçti. Yetmişli yıllardı ve Kürt milliyetçiliği palazlanıyordu. Türk milliyetçiliğini öne çıkaran her söylemin Kürt milliyetçiliğini öne çıkaran bir karşılığını bulmak büyük önem arz ediyordu. Lise yılları Türk milliyetçiliği söylemlerine karşı Kürt milliyetçiliğini güçlendiren argümanlar bulma yarışı içinde geçti dersem mübalağa etmiş sayılmam. Kürtlerle, Kürtçeyle ilgili ne bulursam okurdum, ilkokul ve sonrasında maruz kaldığım yoğun, bezdirici, bunaltıcı Türk milliyetçiliği söylemlerini böyle savuşturuyordum. Mesela köklerini ta Orta Asya’ya, Attila’ya, Cengiz’e kadar götüren Türk milliyetçilerine “Nemrut da Kürt’tür” diye karşılık veriyorduk. Çılgın bir milliyetçilik yarışıydı. Ölesiye sürdürülen bu rekabette tarafların birbirlerine bu kadar benzemesi, o hengâmede fark edilmiyordu. Ya da fark edip uyaranların sesi o kızılca kıyamette duyulmuyordu. Putperest bir geçmişe yaslanarak varlığını ispat etme çabası bir histeri gibiydi. Bu tür karşı çıkışlarımızın milliyetçi söylemlerle ilgisi olmayan Türk arkadaşları gocundurduğunu neden sonra fark ettim. Bu memlekette birbirimizi rencide etmeden ortak bir zeminde buluşamaz mıydık, noktasına gelmiştim artık.

        Elhamdülillah Müslümanım
        İlkokula devam ettiğim yıllardı. Köyün
medresesinde rahmetli Mela Salih’ten “Eqîda îmanê” derslerini alıyordum. “Sana biri ‘nesin?’ diye sorarsa ‘elhamdülillah Müslümanım’ diye cevap vermen gerekir” demişti. Fıtratımın kalıcılığı kıvamında zihnimin bir yerinde tutunan bu sözü, kendini hatırlatacağı uygun zamanı bekliyormuş meğer. Türk çocuklarına da mahallelerinin Kur’an kurslarında aynı şeyi öğrendiklerini biliyordum ayrıca. Her milliyetçi taarruzdan sonra dimağımda kalan buruk tadın sebebini de anlamıştım. Bu, bir şeylerin doğru olmadığına yönelik fıtratımın bir uyarısıymış meğer. Kimseyi gocundurmadan kendimi, fıtratımı ifade etmenin, kendim olarak bütünün içinde var olmanın sahih yolunu bulmuştum işte...
VAHDETTİN İNCE
22 Nisan.2011
(STAR GAZETESİ- AÇIK GÖRÜŞ





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder






Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...