19 Şubat 2021 Cuma

Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar - İzutsu

- Semantik, kelimenin anlam derecesini araştıran bir bilim oraya çıkmıştır. İzutsu'ya göre semantik, bir
dilin anahtar terimleri üzerinden analitik çalışmadır. (14)

- Cahiliye şiirinin Kur'an'ın açıklanması için kullanılması ve şiirin semantik alanda izlenecek yöntemde araçlardan yalnızca bir araç olarak kendisine başvurulması olayına daha İslam'ın ilk yıllarında rastlamaktayız. Hatta bu yöntemin babası İbni Abbas kabul edilir. İbni Abbas'a Maide 35. ayetinde geçen "vesile" kelimesinin anlamı sorulduğunda, Antere'nin şiirinden örnek getirerek bu kelimenin "hacet" anlamında olduğunu söylemiştir. (17)

- Hz. Ömer'in de Kur'an'ın garib bilinen kelimelerinin cahiliye şiiriyle açıklanabileceğini söylediği aktarılıyor. Hz. Ömer bu konuda: "Divanlarınıza sahib çıkın ve sarılın" deyince, "Divanlarımız nedir?" diye kendisine sorulmuş, o da: "Cahiliye şiiri, bunlarda kitabınızın tefsiri ve sözlerinizin anlamı vardır" demiştir. (17)

- Ebubekir b. el-Anbar'ın anlattığına bakılırsa, İbni Abbas şöyle demiştir: "Şiir, Arap divanıdır. Allah'ın arap lügatı üzere indirdiği Kur'an'dan bize gizli (anlaşılmaz) görünen bir şey olursa, biz bu divana müracaat eder ve ondan yardım alırız." (17)

- Oryantalist anlayışa göre, tarihi gerçekler ile sömürgeci politik çıkarlar uyuşmazlık gösteriyorsa, politik çıkarların hayatiyeti için tarihi gerçeklerin, gerekirse tarihin de değiştirilmesi her zaman mümkündü. Bu görev, bazen bizzat oryantalistlerce yürütüldüğü gibi, bazen da yerli aydınlara da verebilirdi. Nitekim öyle de oldu ve Arap dünyasında Taha Hüseyin bu görevi üzerine aldı. (20)

- Taha Hüseyin'in amacı kuşkusuz, Müslümanların Kur'an'a alternatif olarak gösterdikleri ve Kur'an'ın üstünlüğünü ortaya koymada araç olarak her zaman başvurmayı gelenek haline getirdikleri cahiliye şiirini tarihsel gerçekliği bakımından tehlikeye düşürmek, böylece de ayak altındaki kilimi çekip üstünde duranı yere devirmekti. (20) (Ali Bulaç Önsözü)

- Benim bütün vurgulamak istediğim, tercüme kavramları manipüle etmek suretiyle, orijinal kavramların kendilerini bilimsel ve ciddi tahlillere tabi tutmaya çalışmaksızın, bilinçsizce ahlakın doğası hakkında yanlış kuramlara sürüklenmedeki ciddi tehlikedir. (45)

- Görülüyor ki, aslen biçimsiz olan varlık kütlesi üzerine insan aklı sonsuz sayıda çizgiler çizmiş, onu irili ufaklı bölümlere ve parçalara ayırmıştır. Bu suretle de gerçeklik dünyası dilsel ve kavramsal formülasyonun damgasını yemiş, başlangıçtaki kaosa dilsel bir nizam getirilmiştir. (52)

- Dolayısıyla, varlığın şu an ki gerçekliği ne olursa olsun, o, bizim fikri faaliyetimize asıl ve doğal şekliyle değil, daha çok kelime hazinemizde kayıtlı bulunan 'simgeler prizması' kanalıyla ulaşmaktadır. Bu simgeler prizması, sadece bir taklit ürünü ya da asli gerçekliğin yalnızca bir kopyası değildir ve simgeler, gerçekliğin biçimleri ile tam bir uygunluk halinde değildirler; bunlar daha çok bizim fikri faaliyetimizin eseri olan biçimlerdir ki, herhangi bir şeyin bizim zihni idrakimize konu olabilecek gerçek bir nesne haline gelmesi ancak bu biçimler aracılığıyla gerçekleşmektedir. (53)

- Kur'an'ın dünya görüşü temelde teosantrik (Allah-merkezli)'tir. Allah imajı, onun tümüne nüfuz etmiştir ve O'nun bilgisi ve takdiri dışında hiçbir şey olmaz. Semantik olarak bunun anlamı şudur: Kur'an'daki ana kavramların hiçbiri, Allah kavramından bağımsız olarak var olamaz ve insan ahlakı alanında, Kur'an'ın her bir anahtar kavramı, ilahi vasıfların soluk bir yansımasından (yahut son derce eksik bir taklidinden) başka bir şey değildir ya da Allah'ın fiillerinin icap ettirdiği belirli bir tepkiye karşılık gelir. (63)

- Öyle ki, İslam öncesi Arapların gözünde, 'büyüklenme' ve 'itaati' reddetme asalet göstergeleri olarak algılanıyorken, esas itibariyle dinden uzak olan cahiliye dilinde, 'tevazu' ve 'teslimiyet' utanılacak şeylerden, zayıf ve aşağı tabakadan insanların özelliği olarak görülüyordu. İslam'ın gelişi ile denge tamamen tersine döndü. Artık İslam'ın tek ilah inancına dayalı dilinde, Allah'ın karşısında 'tevazu' ve O'na teslimiyet en yüksek erdemler; 'büyüklenme' ve 'itaati reddetme' de imansızlığın işaretleri haline geldi. (69)

- Şüphesiz ki Arapça kafir sözcüğünün kendisinin semantik kategorisinde önemli bir 'inanç' unsurunun olduğunu inkar etmenin imkanı yoktur. Ancak, bunun, bu sözcüğün tek temel anlamsak bileşkesi de, asli semantik bileşkesi de olmadığı hatırlanmak zorundadır. İslam öncesi literatür incelendiğinde, kelimenin semantik yapısının gerçek nüvesinin hiç de 'inanmamak' olmadığı, daha ziyade 'nankörlük' yahut 'şükretmezlik' olduğu görülür. Kafir, aslen 'şakir'in (şükran duyan) zıddı idi. (73)

- Kafir, davranışında hiçbir şükür işareti tanımayan, taşımaya yanaşmayan kişidir. (74)

- İbni İshak'ın Siret'ün-Nebi adlı eserinde, Şas ibn Kays adlı bir yaşlı bir putperestle ilgili ilginç bir hikaye anlatılır. Hadise, peygamber as'ın Medine'ye hicretinden kısa bir zaman sonra cereyan etmiştir. Bu 'Allah düşmanı' yeni dine direnme konusunda son derece inatçı ve Muhammed as'ın takipçilerine karşı diş bileyen yaşlı bir adamdır. Bir gün bu adam, bir zamanların haşin hasımları olan ama sonrasında Peygamber as'ın önderliğinde, yeni kurulan kardeşlik bağıyla birbirlerine kenetlenip ortak bir dava için mücadele eden, Medine'nin iki önemli kabilesi Evs ve Hazreç'ten bir grup Ensar'ın yanından geçer. Onları mutlu ve kardeşçe bir şekilde konuşup gülüşürken görünce, kıskanır ve öfkeye kapılır. Bir yahudi genci gizlice kışkırtır ve konuşanların yanına göndererek, onlara karşılıklı olarak iki kabilenin şairleri tarafından söylenmiş şiirleri okuyup putperestlik devrindeki kan davalarını ve asabiyesi hatırlatmaya teşvik eder. 

Hadiseler onun istediği yönde gelişir. Sohbet edenler arasında şiddetli bir atışma başlar ve içlerinden birinin, "Yine mi başlayalım mı yani? Biz hazırız!" şeklindeki kışkırtıcı sözleri üzerine, hep birden, "Silah başına! Silah başına!" diye bağırarak civardaki boş araziye çıkarlar. 

Haberler Peygamber as'a ulaşır; o da hemen olay yerine gider ve şöyle seslenir: "Ey mü'minler! Nasıl oluyor da Allah'ı unutuyorsunuz? Ben sizin aranızda iken, Allah size hidayet bahşedip sizi İslam'la şereflendirmiş iken ve bu suretle cahiliye ile olan bağınızı koparmış, sizi küfürden çekip çıkarmış iken ve sizleri kardeş kılmış iken tekrar cahiliyenin çağrısına mı kulak veriyorsunuz?" Bunun üzerine hepsi, olup bitenin şeytanın kışkırtması sonucu olduğunun farkına varırlar ve birbirleri ile kucaklaşıp ağlarlar. (78)

- Cahiliye'nin 'bilgisizlik' ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Kelimenin asıl anlamında, kabile onurunun sonuna kadar korunması, yılmaz bir çekişme ve böbürlenme ruhu ve aşırı derecede tutkulu bir mizaçtan kaynaklanan her türlü kaba ve ham pratikler bulunmaktadır. (79)

- Büyük bir ahlaki reform çabası olarak İslami hareketin asıl önemi, eğer bir yerde aranacaksa işte tam bu noktada aranmalıdır. Kısacası, ahlaki tarafından bakılırsa İslam'ın doğuşunu, Cahiliye ruhuna karşı sonuna kadar savaşmayı, bu ruhun izlerinin tümüyle silinmesini ve bir daha geri gelmemek üzere yerine hilm ruhunun ikame edilmesini amaçlayan gözüpek bir girişim olarak görmek mümkündür. İbni İshak'ta bizim için, cahiliyenin bu yönüyle hayli ışık tutan bir başka ilginç haber daha vardır.

    Buna göre hicretin 8. yılında Mekke'nin fethinden hemen sonra, Muhammed as şehrin etrafındaki bölgelere askerler gönderir. Bu tamamen tebliğ amacını taşıyan bir çabadır. Askerlerine, insanların yumuşak bir dille İslam'a davet etmelerini emrini verir. Tebliğ göreviyle görevlendirenler arasında, babayiğitliyile ünlü ve 'Allah'ın kılıcı' lakabıyla bilinen Halid b. Veli de vardır. Halid, Beni Cedime adlı kabileye gider. Kabile ahalisi onu gördüklerinde silaha sarılırlar. Halid, niyetinin halis olduğu konusunda onları ikna eder ve silahlarını bırakmalarını emreder. Sonra onlara, bütün kabilelerin zaten İslam'ı kabul ettiğini, savaşın artık bittiğini ve herkesin güven içinde olduğunu söyler. Fakat onlar silahlarını bırakınca, kabile üyelerinden birinin samimi uyarılarına rağmen, Halid oradakilerin ellerini arkalarından bağlar ve kafalarını uçurmaya başlar. Haber Mekke'de Muhammed as'a ulaşır. Bunun üzerine peygamber as'ın, kollarını 'koltuk altları görünecek ölçüde' yukarıya doğru kaldırarak, üç kez: "Ya Rabbi! Senin huzurunda Halid'in yaptığından uzağım!" dediği söylenir. Sonra damadı Ali'ye emir verir ve şunları söyler: "Hemen oraya var, meselenin aslını öğren ve cahiliye  adetlerini ayaklarının altına al." Ali, yüklü miktarda para ile bölgeye ulaşır ve bütün can ve mal kaybını tazmin eder. Burada dikkat çekici bir nokta da, bu rivayetin devamında, bir adamın, Halid'in bu davranışını şu sözlerle yorumladığını görmemizdir: "Sen İslam'ın orta yerinde cahiliyeden bir iş yaptın!" (80)

- İslam, ahlak sahasında, Cahili pratiklerin tümüyle ortadan kaldırılmasını ve bunların yerine hilm espirisinden doğan belirli davranış türlerinin ikamesine dayalı olarak hayatın bütünüyle yeniden biçimlendirilmesini hedefliyordu. (80)

- İslam zaviyesinden, cahiliye, "iyiyi kötüden ayırt edemeyen, yaptıkları kötülükler için asla af dilemeyen, hayra sağır, gerçeğe kapalı, ilahi hidayete gözlerini kapatanlar"ın karakterini yansıtan, kör ve vahşi bir tutku haliydi. (82)

- Yusuf suresinde cahiliye kavramı: "Rabbim! Zindan, bu kadınların beni kendisine çağırdıkları şeyden daha sevimlidir. Onların kurdukları hileli düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara eğilim gösterir ve cahillerden olurum." (Yusuf:33) (82)

- Cahiliye, nefsin arzularına kolaylıkla tabi olan ve doğruyu bildiği halde yanlışı işleyen birinin düşüncesizce davranışı anlamına gelmektedir ki, bu hilmin tam zıddıdır. (83)

- Cahil kelimesinden ilk anlaşılan şey, tutkularına esir olup her türlü aşırılığı işleyen, üstelik bunu gafil olarak değil bilakis, "göz göre göre" yani bu şekilde davranarak çirkin bir utanmazlık yaptığının tamamen bilincinde olarak yapan anlamı gelir. (83)

- Bu pasajda, cahilin, kızgınlık, keder, çaresizlik ya da başka herhangi bir şiddetli duyguya kolayca kapılabilen insan, anlamına da geldiği açıktır. (84)

- Bu örnekte cahil kelimesi, putperestliğin çoktanrıcı adetlerine saplanıp kalmış, Allah'a ortak koşmakla yetinmeyip başkalarını da aynı şeyi yapmaya zorlayanları göstermek için kullanılmaktadır. Burada, cahilin 'minnettarlık duyan' anlamındaki şakirin zıddı olduğunu belirtmiş olalım. Kafir sözcüğünün semantik kategorisini belirlemeye çalışırken, İslam dininde, imanın aslen ve orijinal anlamıyla, nimetlere duyulan şükran olarak anlaşıldığını zaten belirtmiş bulunuyoruz. (85)

- Prof. J. Marouzeau, anlaşılması güç bir kelimenin anlamını açıklığa kavuşturmanın en iyi yolunun, her şeyden önce, "yakınlaştırmak, karşılaştırmak, benzeşen, karşıt olan ve biri diğerine göre düzenlemek" olduğunu söylemektedir. Profesör, bu sözlerine şunu da eklemeyi unutmuyor: "Anlamı anlaşılamayan, bir kelimeyle karşılaştığımızda, kelimenin geçtiği bölümün öncesine ve sonrasına (siyak ve sibakına) bakmalıyız. (88)

- Pasaj, birr'in -kabaca samimi dindarlık diyebiliriz- asıl anlamında, dinin şekilsel kurallarına dış görünüş itibariyle uymak olmadığını; bilakis Allah'a gönülden bağlı olarak toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesi anlamında dürüstlük olduğunu, çok kesin ifadelerle açıklamaktadır. (90)

- Fasık birçok yerde mü'minin zıddı olarak kullanılır. Mü'min'in zıddı olduğu ve kafir ile aynı zemine oturtulduğu için, fasık kelimesi, bir insanın -ve herhalde Allah'a karşı hassaten düşmanca tavır alan bir insanın- dini meselelerle ilgili iğrenç bir yanını anlatsa gerektir. Burada Beydavi'ye göre fasıkın kafir ile özde aynı olduğu; yalnız fasıkın kafirin özellikle inatçı bir türü olduğu yönündeki görüşüne dikkat çekmekle yetineceğim. (92)

- Kabilelerin bütün adet ve geleneklerini, hiçbir "kutsallığı" olmayan, önemsiz dünyevi işlerden başka bir şey olarak görmeyen bu dinin peygamberinin canhıraş çabayla bayraktarlığını yaptığı ahlaki ilkenin kökeninde, bir ve tek olan Allah'a beslediği yakıcı imanı vardı. (101)

- Putpereset Bedeviler de hulud'u yani 'asla sona ermeyecek uzun bir yaşam' (ebedi hayat) anlamına gelen bir kelimeyi biliyor ve çokça kullanıyorlardı; ama o çok gerçekçi kafaları, halihazırdaki yaşamın ötesine pek geçemiyordu. (102)

- İslam tam anlamıyla, ölümden sonraki yaşama duyulan sarsılmaz bir inanç üzerine inşa edilmiş bir din iken, cahiliye, bu dünya hayatında başka ne bir şey bilirdi ne de bu yönde bir çabası vardı. Muhammed as'ın çağrısının odak noktası, kesin olarak, ahirete imandı. (106)

- Eski bir rivayete göre, ünlü şair el-A'şa, Müslüman olmaya kararlı bir şekilde Muhammed as'la görüşmek üzere yola çıkar. Yolda, müşriklerden bir dostu ile karşılaşır ve dostu ona nereye gittiğini sorar. Şair, Müslüman olmak üzere peygambere gittiğini söyler. Dostu: "Ama" der, "Muhammed zinayı yasakladı." Şair, bunun kendisi için önemsiz olduğunu söyler. Ancak, "Ama biliyor musun ki Muhammed şarabı da yasakladı?" sözünü duyunca şöyle der: "Bak işte bu kolay bırakılabileceğim bir şey değil. O zaman ben eri döneyi, bir yıl adamakıllı içip ondan sonra kabul edeyim müslümanlığı". Böylece geri döner ve o yıl  ölür, peygamberi de hiç görmez. (109)

-  Hal böyle olunca, Kur'an açısından, kişinin bu dünya hayatındaki temel tutumu, cahiliye dönemindeki Araplar arasında görüldüğü gibi, zevk düşkünlüğüne kapılıp kendini bırakmak değil, Son Gün'ün yaklaşmakta olduğunun bilincinde olarak tam bir ciddiyet içerisinde hareket etmek olmalıdır. 'Din Günü'nün Sahibi'ne  karşı duyulan saygıyla karışık korku anlamındaki Allah korkusu, dindar insanın bütün davranışlarını yönlendiren saik olmalı, bırakın onu, bütün hayata yön vermelidir. Buradaki, anahtar sözcük takvadır. Bir insanın huy ve davranış bakımından gerçekten asil yaratılışlı (kerim) olduğunun kanıtı, dünyevi meselelerde gösterdiği cesarette aranmamalıdır. Gerçek kerim, elindekini avucundakini har vurup harman savurmakta cesaret gösteren kişi değildir. Gerçek kerim, yaklaşmakta olan o dehşetli günün her daim bilincinden olarak, büyük ahlaki ciddiyet içinde yaşayan kişidir. Kur'an'ın en önemli ayetlerinde birinde, kerim  kelimesinin, 'Allah'tan gereğince korkma' anlamındaki takva kelimesiyle tanımlanışı çok anlamlıdır. (bknz: hucurat,13) (111) 

Kerim, daha cahiliye günlerinde, en yüksek değer yargısı içeren kelimelerden biri idi ve anlamı da, kabaca söyleyecek olursak, doğuştan asaletli olma ve cömertlik idi. Ancak İslam'danönce hiç kimse, 'asalet'i, 'Allah korkusu' bağlamında tanımlamayı düşünemiyordu. (111)

- 'Din Gününün Sahibi' olan Allah'tan korkmanın bu denli büyük dini ve ahlaki değeri olmasının nednei, büyük ölçüde, bu korkunu, bir mü'mine hayatın büyük bir ciddiyetle önemsenmesi gerektiği bilinci kazandırması ve böylece onu ahlaki ciddiyet ve sorumluluk sahibi olmaya teşvik etmesidir. "Her an, sanki Din Gününün Sahibi'nin huzurunda hesap veriyormuşçasına hareket et". İşte bu, yayılışının en ilk evresinde İslam'ın ortaya koyduğu temel davranış kurallarının birincisiydi. (111)

- R. Dozy'nin belirttiği gibi: "Bir Arab'ın kendi kabilesinin üyelerine karşı hissettiği, adına asabiye denilen bu sonsuz ve sarsılmaz bağlılık, üyesi olarak doğduğu ve üyesi olarak öleceği topluluğun çıkar, refah, şan ve şerefine olan bu mutlak adanış, bizdeki yurtseverlik duygusuna, -ki herhalde ateşli bir bedeviye oldukça yavan gelirdi- hiç mi hiç benzemeyen, şiddetli ve müthiş bir tutku halidir. (114)

- Bir kabileye resmen üye kabul edilen ve doğal olarak konumları kanun kaçaklarından çok daha iyi olan yabancılar bile, çoğu kez, sadece 'dışarıdan gelmiş' oldukları için zorluk yaşıyorlardı. Kabilenin bu şekilde üyeliğe aldığı kişiye zenim adı verilirdi. Burada altı çizilmesi gereken nokta, bu kelimenin zamanla, 'düşük', 'soyu bozuk', ve 'kötü huylu' şeklinde ikinci bir anlam kazanmış olmasıdır. O kadar ki, Kur'an'da bu kelimenin geçtiği bir pasajla (Kalem 10-13) ilgili olarak, İbni İshak, Allah'ın hiç kimsenin soyunun aşağılamasının söz konusu olamayacağını ifade ederek; zenimin burada soyu bozuk bir kişi (li ayb fi nesebihi) anlamında değil, orijinal anlamında, yani kabileye sonradan girmiş kişi manasında kullanılmış olduğunu özellikle belirtme ihtiyacı hissetmiştir. (116)

- Muhammed as'ın dini hareketini doğru değerlendirebilmek açısından, onun, din kardeşliğinin kan bağından kesinlikle üstün olduğunu böylesi bir ortamda ilan etmiş olduğunu bilmek son derece önemlidir. Onun başlattığı hareket, herkesin bir tek Tanrı'ya iman etmesi temeline dayanan ve profesör Gustave von Grunebaum'un ifade ettiği gibi, mensuplarının kandan ziyade iman kardeşliğiyle birbirleriyle bağlı olduğu tamamen yeni bir toplum inşa etmek için girişilmiş gerçekten cüretkar bir teşebbüstü. Von Grunebaum'a göre insanların İslam'ın cazibesine kapılmasında en etkin faktör, Muhammed as'ın mesajının içerdiği dini hakikatlerden ayrı olarak, yeni bir sosyo-politik birlik için bir kristalleşme noktası görevini görebilmesiydi. (118)

- Habeş kralı'na sığınmak üzere Mekke'den hicret eden Peygamber as taraftarları hakkında konuşurken ve "bu heriflerin kökünü kurutmak" için zorbaca önlemler almayı düşünen kızgın bir dostunu sakinleştirmeye çalışırken şunları söyler: "sakın böyle bir şey yapma. Şimdi karşı tarafta olsalar da onlar bizim kandaşlarımızdır." (121)

- Kabile şerefinin, -tabiri caizse- öteki yüzü diyebileceğimiz bir türden yaşam tarzı ya da hukuk sistemine Sünnet denilmekteydi. Eski Arabistan'da Sünnet'e niçin o denli gösterildiğini, hatta ona niçin belirli bir 'kutsallık' atfedildiğini artık anlayabiliyoruz. (125)

- O günlerde 'şeref'in, yiğitlik ve gözüpeklik olarak anlaşılıp hiç leke sürülmeden korunduğunu, onun ayakta kalmasını sağlayan şeyin d, kelime anlamı 'reddetmek' olan, daha somut ifadesiyle de "insani ya da tanrısal hiçbir otoriteye boyun eğmemek" anlamına gelen iba ruhu olduğunu unutmamak gerekir. (126)

- Nicholsun; "bu, kandan başka hiçbir şeyin gideremeyeceği ıstıraplı bir susuzluktu; çılgınlık olarak tanımlanabilecek bir şeref hastalığıydı. (131)

- İslam perspektifinden bakıldığında, kişinin kendine aşırı güveni, açık bir yüzsüzlük ve küstahlık örneğidir; zira sonuçta ima ettiği şey, insanın yaratılmış olduğu gerçeğinin inkarıdır. Kur'an, kendine güvenme ve tam bağımsız hareket etme noktasında tam hak sahibi olan yegane varlığın Allah olduğunu tekrar tekrar vurgular. (137)

- Cömertliğin gerçek bir İslami erdem haline gelebilmesi için, öncelikle, Cahiliye döneminde bu vasfın karateristik özelliği olan düşüncesizlikten sıyrılması gerekmektedir. Yaptığı hareketin yarın kendisini ve ailesini sefalet ve mahva sürükleyebileceğini bir dakika bile düşünmeden, bir heves uğruna, daha kötüsü sırf gösteriş olsun diye bütün develerini kesmek gibi bir aşırılığa varan kişi, Cahiliye devrinde, pekala mürüvvet ya da kerem timsali olmuş olabilir; ama artık gerçekten cömert kişi sayılmayacaktır. Nitekim, gerçek cömert, "servetini Allah yolunda harcayan" yani dini bir saikle sarf eden kişidir. (145) 

- Kur'an bu çerçevede bir başka önemli kelimeyi, cimriliğin yahut tamahkarlığın son mertebesi anlamındaki şuhh'u ortaya koyuyor. Kelime açık bir olumsuzlama yahu kınama unsuru taşımakta; cimriliği ayıplanacak bir ruh hali olarak sunmaktadır. Şuhh ile buhl arasındaki fark konusunda ise, buhl'un bilinen anlamıyla cimriliğin, Şuhh'un ise, zorunlu olarak cimriliği doğuran özel bir ruhsal durumun karşılığı olduğu söylenir. (151)

- Öyle görünüyor ki, son iki pasaj, sıddik'ın en azından Kur'an bağlamında, daima doğruyu söyleyen kişiden ziyade, ne olursa olsun Tevhid inancına sonuna kadar bağlı kalan, gayretli ve sabırlı bir mü'min anlamına geldiğine işaret etmektedir. (166)

- Nifak, İslam'ın orta yerinde, dindarlık maskesi altında hainlik yapmak demektir. (167)

- Kurani görüş açısından insanın 'hevası'nın saçma bir icadı, asılsız masal ve adlandırmadan başak bir şey olmadıklarına göre, doğru'dan kastın, en üstün gerçek, varlık aleminde tam da yaşam ve ölüm sürecini belirleyen diri bir güç olduğu açıkça görülecektir. (171)

- Kur'an, bazen insanları iki değil de üç sınıfa ayırıp, iki uç arasında gidip gelen ara bir sınıfı kabul eder gibi görünür. İman ile küfrün iç içe geçtiği bu kaypak ara alanı, İslam'ı şeklen kabul edip Müslüman olmasına rağmen inancına çok kayıtsız kalanlar oluşturmaktadır:

   Sonra kitabı [vahyi], kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi [reddedip yalanlayarak] kendi nefsine zulmeder, kimi [zahiren kabul etmiş görünse de] kayıtsız kalır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır. (Fatır,32) (184)

- Dozzy şunları söylemektedir: "Bedevi Araplar, tabiatları itibariyle dindar değillerdi; bu nedenle de, onlarla İslam'ı benimsemiş olan diğer milletler arasında muazzam bir fark vardı. Bugünün bedevilerine bakın! Onlar da çok farklı değillerdir: adları Müslüman olsa da, İslam'ın emirlerine itaat noktasında onlar da orta bir yol izlemektedir. Bedevilerin dine karşı gösterdikleri kayıtsızlığın üstesinden gelmek her zaman çok zor olmuştur. (184) 

- İslami sistemde, ahiret tasavvuru -daha doğrusuetkin düşüncesi- en önemli ahlaki davranış ilkesi işlevi görür. (185)

- Müstekbir (eş anlamlısı mütekebbir), aşırı derecede büyüklenip Kur'an öğretisini kabul etmeyen kişidir. 

Facir: Çoğulu fuccar, Allah'ın emirlerine aykırı davranıp ahlaki davranış kurallarını çiğneyerek kötülük işleyenlerdir ve birr'in zıddıdır.

Kasit: Doğru yoldan sapan ve yanlış işler yapan kişidir ve müslim'in zıddıdır.

Asi Asi, Allah'a ve elçisine isyan eden kişidir. 

Münafık: Dıştan bakıldığında dindar bir mü'min gibi görünse de, aslında en inatçı kafirlerden biridir ve 'ikiyüzlü'dür. 

Müstehzi: Alay eden, yani vahyi alaya alan kişidir. 

Harras: En şiddetli ifadeler kınanmaktadır. Kelimenin anlamı, Kur'an'da söylenilenler hakkında 'bir bilgisi olmadığı' halde, vahiy hakkında ileri geri konuşan kişidir. (191-193)

- Kur'an'da kefur ile hemen hemen aynı anlamda kullanılan bir diğer güçlü kelime daha vardır ki bu kenud'tur. KND kökünden türeyen kelimenin anlmaı, 'nankörlük etmek' ve 'elde edilen nimetten yararlandığını kabul etmemek'tir. Bağlamına bakıldığında, kelimenin burada, insanın, tamahkar olmak ve Allah'ın verdiği nimetlerden azıcığını bile diğer insanlardan esirgemek suretiyle nankörlüğünü ifşa ettiği şeklindeki bir ima kullanıldığını söylemek mümkün gibi gözükmektedir. (205)

- Kur'an, şirk'i, en nihayetinde, zihnin 'düşünme' yetisinin bir ürünü olan zann'a bağlamaktadır ki, burada zann, genellikle ilm'İn yani kuşku götürmez biçimde gerçeğe tekabül eden 'bilgi'nin karşıtı olarak kullanılmaktadır ve dolayısıyla dayanaksız, asılsız bir düşünce türüne, kesin olmayan yahut kuşku götürür bilgiye, güvenilmez görüşe ya da safi sanıya karşılık gelmektedir. (216)

- Yunus 66'da, yehrusune kelimesi, "kesin kanaati olmadan -çoğunlukla da yanlış kanaat sahibi olarak- bir şey yapmak ya da söylemek" anlamına gelen HRS kökünden türetilmiştir ve ilm'in zıddıdır. (217)

-  Kur'an'da heva, Hakk'tan inzal olunan gerçek bilgi anlamındaki ilm'in zıddıdır. (227)

- Dini anlamda kafir, insanları küçümseyen ve kendisiyle övünen kişidir. (229)

- Gerçekten de Kur'an'da, "yeryüzünde böbürlenerek dolaşanlar", saçma gururlarıyla böbürlenen, kulak tırmalıyıcı sesleriyle böğüren, küçümseyerek fakiri ve zayıfı ezenler sürekli kınanmaktadır. (231)

- İslam'ın adının bile 'tevazuyla teslimiyet'ten başka bir anlamı olmadığını, hatırlamamız yerinde olacaktır. (231)

- Öyle görünüyor ki, beğa fiilinin kök anlamı, aşırı derecede kendini beğenmişlik yüzünden, 'başkalarının hukukuna tecavüz etmek' ya da 'başkalarına haksızlık yapmak'tır. (234)

- Batire kişinin servetiyle böbürlenmesidir. (237)

- Atâ kelimesi istekbera'nın anlamdaşlarından biridir ve yaklaşık olarak 'ölçüsüz şekilde kibirli olmak', 'aşırı kibirlenme' anlamına gelir. (237)

- Tağa kelimesi, seviyesi aşırı derecede yükselip bendinden taşan su mecazından yola çıkılarak, zamanla küçümseyerek yüz çevirme ya da büyüklenerek isyan etme anlamında kullanılmıştır. (238)

- Allah ve vahyi hakkında boş tartışmalara girmek veya çene yarıştırmak, küfr'ün tipik bir tezahürüdür. 

- Küfr, belli bir dereceyi aştığında fısk'a dönüşüyor gibi görünmektedir; yani fısk, küfr'ün daha üst bir derecesidir ve fasık, Beydavi'nin tefsirinde belirttiği gibi, kafir'in çok inatçı bir türüdür. (248)

- Ağız ucuyla bağlılık beyanının ardından açıkça ihanet etme tavrını yansıtan "laf çok, icraat yok" ilkesi, Kur'an ayetlerinde bir fasık'ın karakteristik vasfının tespitinde kritik rolü oynayan unsur görünümündedir. (250)

- Bir başka tasvirden anladığımız kadarıyla, fasık doğrudan kafir değildir, çünkü en azından ismen Müslümanların safındadır. Ne var ki, o, mütereddit biridir ve her fırsatta nifak tıynetini açığa vuran, son derece güvenilmez bir Müslümandır. (252)

- Dikkat edilirse, burada 'kalp yumuşaklığı' gerçek bir mü'minin ayırt edici vasıflarından biri olarak gösterilirken, "kalpleri katılaşmıştır" ifadesi, daha önce de gördüğümüz gibi, kafirlere özgü inatçılığı temsil eden kalıp ifade olarak kullanılmaktadır: (hadid 16) (254)

- İman, Allah'ın rehberliğine tabi olmak, dolayısıyla da doğru yolda yürümek anlamına geldiği için, böyle yapmayan fasık'tır. (255)

- Facir, kötü davranışı olan biridir, ama yine de İslam ümmetinin bir üyesi sayılmaktadır. Ancak Kur'an'da anlamı bu şekilde sınırlandıracak bir kullanım yoktur. (256)

- Kıyamet Günü'nü yalanlamanın bütün facir'lerin belirgin özelliği olarak zikredildiğini görüyoruz. (257)

- Zulm'ün başlıca anlamı, birçok yetkin lügat aliminin görüşüne göre, 'bir şeyi ait olmadığı bir yere koymak'tır. Ahlak ilmi alanındaki başlıca anlamı ise, öyle görünüyor ki, 'haddi aşıp başkasının hakkına tecavüz etmek'tir. Kısaca ve genel olarak, zulm, kişinin kendisine konulan sınırları aşıp hakkı olmayan şeyleri yapması anlamında haksızlık yapmasıdır. (258)

Küfr'ün en karateristik özelliklerinden bazılarının çoğu kez zulüm kategorisi içinde tasnif edildiğini görürüz. (264)

- İsraf, ölçüsüz biçimde yiyip içme eyleminin karşılığı olarak kullanılmaktadır. (271)

- Nifak, kalben inanmadığı halde, dil ile inandığını beyan etmektir. (277)

- İman, bütün İslami erdemlerin asıl kaynağıdır; hepsini o üretir ve İslam'da Allah'a ve O'nun indirdiklerine gönülden inanmaya dayalı olmayan hiçbir erdem düşünülemez. (285) 

- Gerçek iman, insanları salih ameller işlemeye teşvik eden en güçlü saik işlevini görmelidir; yoksa o iman hakiki değildir. Tevbe edip Allah huzurunda huşu ile ibadet etmek, O'nun emirlerine tam itaat, Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek, İslam inancının yapısını en iyi şekilde yansıtan unsurlardır. (286)

- İman, Kur'an'da iki anahtar kavramın üzerinde durmaktadır ki, bunlar takva (Allah korkusu) ve şükr (minnettarlık)'tır. (299)

- İslam'da ahlakın kaynağı dindir ve söz konusu ahlak, münhasıran bu dinin ahiret anlayışı çerçevesinde gelişmiştir. İşte bu ahiret anlayışı, insanın nihai kaderini bu dünyadaki amellerine bağlar ve bu noktada kulun davranışının İslam davasına hizmet ettiğine yoksa ona engel mi olduğuna özellikle bakar. (310)

- Tıpkı gölgenin kişiyi izlemesi gibi, nerede iman varsa, orada salihat veya 'salih ameller' de vardır. (310)

- Ma'rufun kelime anlamı, 'bilinen' yani bildik ve tanıdık sayılan ve bu yüzden de toplum tarafından onaylanan demektir. (323)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder






Öne Çıkan Yayın

RAB NE DEMEKTİR? MUSA PEYGAMBER CEVAPLIYOR:

__ Kimmiş bakayım sizin Rabbiniz ey Musa? __ Bizim Rabbimiz her şeyin YARATIŞINI (helqehu) takdir edip, sonra da yaratılış AMACINA (heda) y...